8 Ağustos 2022 Pazartesi

Memory and History Unchained: Narration Strategies in Inglourious Basterds (2009) and Django Unchained (2012)

 In this thesis study, Tarantino's two films, Inglourious Basterds (2009) and Django Unchained (2012), were analyzed in terms of narration strategies. These films, which could be described as Historiographic Metafiction shaped by postmodern perspective, stand out as examples to distinctive storytelling frequently employed by Tarantino. Narratives in these films bend the social traumas in cultural memories and the narratives found in history. In this study, these films, in which Jews capture and kill Adolf Hitler in 1940s, a black hero rides a horse and takes revenge on white slave owners in 1860s, were subject to a film analysis on the use of memory, space and characterization. The current study on these two films, which challenge audience's knowledge of history and ways of seeing it, has demonstrated that Tarantino's films are not just pastiches where the director arbitrarily collaged the concepts, events and motifs selected from written and cinematic history. On the contrary, they are metafictions which first expose the conventional ways of knowing and seeing, and then create an alternative to these forms of narrative. However, these metafictions are not merely "unreal". Instead, memory and history can function as instruments to reshape the present, freed from simply being a burden of the past on the present.

https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/TezGoster?key=kScA8XnrRb0WogX-qPGFkjWqkm01LOjVzhTJkIEnNwu42ZEK0W8b7zKGf0HXBDOy

16 Kasım 2020 Pazartesi

Netflix'imden İnsan Manzaraları

 

https://bianet.org/bianet/yasam/234649-netflix-imden-insan-manzaralari


Netflix’imden İnsan Manzaraları

Bir Başkadır, Türkiye seyircisinin uzun zamandır yaşamadığı bir deneyim sunuyor. Çıkar çıkmaz bu kadar beğeni (çoğunluk tarafından) ve eleştiri (azınlık tarafından) alan, izleyicileri tetikleyip bu kadar çok tartışılan ve tartışılmaya da devam edecek gibi görünen bir yerli yapımla uzun süredir karşılaşmamıştık. Bunun iki temel sebebi olduğunu söylemek mümkün. Birincisi bu dizinin doğrudan geniş birçok toplumsal katmanlar kümesine sesleniyor oluşu ve memlekete dair konuşurken nefret diline aldığı mesafe. Bu yüzden de hemen herkesin kendinden bir hikâye bulacağı, dolayısıyla kendi varoluşunu ve çevresini tartışacağı zeminler yaratıyor oluşu. İkincisi de konusunu veya temasını ilham verici ölçüde başarılı bir sanatsal yapı ile sunuyor oluşu. Bir Başkadır’ın başta Öykü Karayel olmak üzere oyuncu kadrosunun başarılı karakter tasarımı, senarist ve yönetmen Berkun Oya’nın çoğu yerde ciddi bir gözlem ve birikimle yazdığı diyaloglar, Görüntü yönetmeni Yaguz Yavru’nun olay, durum ve karakterleri görselleştirirken gösterdiği özen ve Cem Yılmazer’in çok övülen müzik tasarımı dizinin öne çıkan özellikleri. Bu sanatçıların listesi daha da genişletilebilir. Görünen o ki diziyi beğenen beğenmeyen hemen herkes sanatçıların işçiliğine tam puan verdi. Dizi ilham vericiydi ve bu yüzden de Bir Başkadır’ın Türkiye’de “iyi iş”in kıstasını yukarı çeken yapımlardan biri olduğunu iddia etmek yanlış olmaz.



Fakat dizinin iyi niyeti ve sanatçıların ortalamanın çok üstünde performansı bu projenin başka bir tarafını görünmez kılabiliyor. Bir Başkadır’ın en başında Netflix gibi satın aldığı veya kendi tasarladığı projelerde önemli bir söz sahibi olan, kar marjını arttırmaya ve dolayısıyla seyirci kitlesini genişletmeye çalışan bir medya ve yapım şirketinden çıktığını hatırlayalım. Dolayısıyla diziyi sadece bir niyet ve başarı öyküsü üzerinden okumak yerine nasıl bir pazarlama ile seyirci ile buluştuğunu, nasıl bir tüketimi olduğunu, hikâyesini hangi bağlamda anlatmayı tercih ettiği gibi konuları kurcalamakta fayda var. Bu tartışmanın doğrudan kendisi ile diyaloğa geçilen ve “iletişim kur” denen izleyicinin ve sinemacıların bir sorumluluğu olduğunu düşünüyorum.

Netflix’in en güçlü pazarlama stratejilerinden birisi, projelerini çıkarmadan önce yaptığı tanıtım faaliyeti. Bir Başkadır’ın bu açıdan seyirci ile buluştuğu ilk an dizinin ilk bölümü değil. Dizinin her yerde asılı tek tip afişi ve isminin canlandırdığı imge, dizinin anlam ve yaratı dünyasına dair önemli bir işaret taşıyor. “Bir Başkadır” ismi tabii ki de devamında gelecek ama görünmez olan “Benim Memleketim” tamlamasını da çağırıyor. “Bir Başkadır Benim Memleketim”in çağrıştırdığı nostaljik aidiyet duygusu fonttaki görsellerle ile de bir mozaiği içinde taşıyor. Görünmez olan ama zihindeki çağrışımı ile orada olan memleketin harfleri rengârenk desenlerle örülü. Memleketim’in desenleri, ya da başka bir ifadeyle "ülkemin güzel insanlarının" hikâyesinin bu yapımın merkezinde olduğunu anlamak zor değil. Seyirci ile buluşan ilk tanıtım videosunda ise diziden bir sahne yok. Ferdi Özbeğen’in söylediği “Gündüzüm Seninle Gecem Seninle” ile tanıtım yapılıyor. 80lerden, 4:3 oranlı, soluk renkli bir nostaljik görüntünün (daha sonra her bölüm sonunda tekrar edecek olan bu estetiğin) beraberinde getirdiği bugünün kutuplaşmasından "uzak" geçmişin nostaljisi ve aidiyet hissi anlatısal olmak zorunda olmasa da biçimsel olarak memleketimden insan manzaralarıyla bir uyum gösteriyor.

Peki manzaralarına şahit olacağımız bu memleketin insanları kim? Baştan söylemek gerekir ki hikayenin seçtiği karakterlerin toplumsal katmanlardan numuneler olarak seçildiği, anlatının klişelerle ciddi bir derdi olduğu çok ortada. Meryem, Ruhiye, Yasin, Peri, Ali Sadi Hoca, Hayrunnisa, Gülbin, Melisa, Sinan ve çevresindekiler çok tanıdık kişiler, hatta belki de stereotipler. Fakat bunun bilinçsiz bir tercih olduğunu iddia etmek yaratıcılara haksızlık olur. Dizinin uluslararası dağıtımındaki ismi “Ethos”un çağrıştırdığı “insanın, grubun veya dönemin karakteristik özellikleri” bu klişe kullanımının bilinçli bir tercih olduğunu düşündürüyor. Peki dizi bu klişeleri alarak ne yapıyor? Örneğin evlenerek mutlu sona ulaşan “başörtülü ve zehir gibi genç kız”’da, “bizi birbirimize düşürüyorlar biz kardeşiz aslında” diyen beyaz Kürt ile şiveli Kürt’te, “gizemli, mistik” Kürtçe ezgiyi dinleyince sakinleşen cerebral palsy hastasında, tecavüzcüsü ile yüzleştikten sonra travmasından kurtulan kadında, karısını kaybedince yalnız kalıp melankoliye düşen ve doğa gezisinde huzur bulan amcada, sünni ailesinden gizli, ikili bir hayat yaşayan genç kadında, başörtülülere içten içe nefret beslediği için suçluluk hisseden ve başörtülü arkadaş yapınca bunalımından kurtulan beyaz Türk’te, Facebook’tan paylaşım okuyan Özdil sevdalısı babada, kör göze parmak klişeler yumağı var. Fakat klişeler, stereotipler kötüdür diyip tartışmayı sonlandırmaktansa bunlar ile hikâyenin ne yaptığını tartışmak daha mantıklı olacak gibi görünüyor. Dizi boyunca karşımıza çıkan ve hemen hemen tüm karakterlerin izlediği televizyon dizileri de bu tartışmaya destek oluyor. Bir Başkadır’ı izleyen Türkiyeli seyircinin aşina olduğu Türk dizilerinin parodisinin, dizinin içindeki karakterler tarafından izleniyor oluşu oldukça dikkate değer. Dizi içinde dizi, çerçeve içinde çerçeve, ayna içinde aynanın yarattığı etki, Bir Başkadır’ı izleyen seyirci ile dizi içinde dizi izleyen tipleri temsil üzerinden karşılaştırmaya bir engel koyuyor. Ayna içindeki aynanın yansımalarının sonsuza kadar uzaması, kurulan çerçeveyi görünür kılıyor. Yani Türk dizisi izleyen tipleri izleyen Bir Başkadır seyircisine kendi konumu hatırlatılıyor: Bu klişe sahneleri izleyen bu karakterler ile senin bu karakterleri izlerkenki konumunda paralellik var.  Dolayısıyla Bir Başkadır’daki klişeleri, tipleri basit haliyle toplumsal yapımızın numuneleri, temsilleri olarak görmek bir çıkmaza tekabül ediyor, çünkü klişeler zaten bize orada olduklarını bağırıyor. Anlatı, karakterlerini toplumsal yapının birer temsili olarak görmeyi değil, Bir Başkadır’ın izleyicilerinin kendi gözlüklerinden gördükleri, varsaydıkları, etiketledikleri “diğer”i hikâyeleriyle görünür kılmayı hedefliyor. Dolayısıyla “Bir Başkadır” seyircisinin kafasındaki tiplemeleri insana çevirmeye çalışıyor. Peki bunu başarabiliyor mu?

Ne yazık ki tiplerin karakter olması için çıkması gereken yolculuklar, alması gereken kararlar, harekete geçmeleri gereken aksiyonlar yarıda kalıyor. 10’dan fazla karakteri olan bu yapımda çok az karakter “gerçekten” bir tercih yapıyor ve bu tercihleri sayesinde değişerek özne olabiliyor. Ruhiye tüm ölü bedeni ve zihni ile hapis olduğu evden kaçıp bir yolculuğa çıkarak kendiyle barışabiliyor. Her ne kadar motivasyonlarını, korkularını en sonunda arkadaşına uzun uzun anlatmak gibi bir hataya düşse de kendi iradesi ile verdiği kararlar ve çıktığı yolculuk onu bir karakter yapıyor. Meryem ise hoşlandığı insanın adını anarken bile stres yaşayan biriyken en sonunda kendisi ile flört eden erkeğe hediye alarak harekete geçiyor. Fakat daha hikâye başlar başlamaz ifade ettiği evlilik hayaline hikayenin mutlu sonunda ulaşarak nasıl bir değişime uğradığı sorusu havada kalıyor. Hayrunnisa ise hiç kimseye motivasyonunu anlatmak zorunda kalmadan çok sevdiği babasını karşısına alıp yaşadığı ikili hayatı ifşa etmeye ve babası ile yüzleşmeye karar veriyor. Aktif bir özne olarak babası ile bakışırken tek kelime etmeye ne kadar gerek duymuyorsa dizinin diğer birçok karakteri de harekete geçemedikleri için o kadar çok konuşmak, o kadar çok kendilerini ifade etmek zorunda kalıyorlar. Fakat bu senaryonun bunu aşabilmesi için çok ciddi bir handikabı olduğunu da söylemek de fayda var. Çünkü 8 bölümlük her bölümü 40-50 dk. süren bu dizinin kapsamı çok geniş, fazlasıyla iddialı. Bir uzun metraj filme nazaran çok daha fazla derinliğine, çatışma üstüne çatışmalarına şahit olmayı beklediğimiz dizideki karakterlerin sayısı 10’u bulunca her birine arklarını tamamlamak için az bir süre kalıyor. Bu da tiplerin karaktere dönüşmelerine ve kendilerini aşmalarına engel teşkil ediyor. Dizi boyunca sık sık tekrar eden İstanbul manzarasından zoom out ile çıkmamız, karakterlerin de derinliğine inemeyişimizin görsel bir metaforu.

Hikâyenin bir diğer handikabı da karakterleri tam olarak bu zoom out yapılan İstanbul/Ülke manzarasını yerleştirilemiyor oluşu. Filmin büyük oranda iç mekandaki mizansenlere yerleştirilen karakterleri toplumsaldan, kurumlardan, sokaktan bihaber bir hayat yaşıyor. Öyle ki örneğin Peri ofisinin kapısını açıp dışarı çıkınca aslında bir hastanede olduğumuzu fark edip şaşırıyoruz. İç mekânlara sıkışmış bu kişiler ile şekillenen hikâyenin ise bir tezi var. Tesadüf olmayacağı üzere bir psikolog ve psikiyatristin çevresinde gerçekleşen insan ilişkileri toplumsal konulardan ve politik çerçeveden uzak. Bütün ilişkilerini kutu kutu odalarda yaşıyorlar, kendi duygu durumlarına ve psikolojilerine sıkışıyorlar. Sokağı, toplumsal veya kurumsal düzeyde bir mekanı görmüyoruz. Toplumsal, politik, kurumsal konular bireysel duygu durumları ve psikolojik zeminlerde tartışılıyor. Sonuç olarak da ortaya “bir konuşsak, iletişim kursak, içimize atmasak hiçbir sorun kalmayacak” tezi çıkıyor. Hele bir de seyircinin mekansızlığı da buna eklenince işler iyice bir problem haline geliyor.

Netflix tek seferde 8 bölüm yayınlayarak pazarladığı dizileriyle seyirciye son birkaç senedir farklı bir izleme deneyimi yaşatıyor. Artık bölümleri her hafta teker teker izleyip, aralarda her bölümü okulda, işyerinde, evde, barda, kahvehanede, sokakta tartıştığımız, beklentiler ve tezler ürettiğimiz ve bir sonraki bölümü de bu kolektif bilinçle izlemeye devam ettiğimiz bir deneyimi unutmak üzereyiz. Sinema seyircisinin kolektif deneyiminden çok uzak, televizyondan bile daha dar bir bilgisayar ekranında binge watch yaparak tükettiğimiz bu duygusal hikâyeler bizi kendi ekranında sıkıştırıyor. Hele ki pandemi döneminde evlere sıkışmış, kendi kolektif mekânlarından uzak kalmış seyirci bilgisayar ekranındaki kendi yüz yansıması ile izlediği dijital görüntüde çok yalnız kalıyor. Bu yalnızlık, herkesin kendine göre izleyecek bir şey bulabileceği, yaşadığı duygusal yükselme ve çöküşlerine hapsolmuş kullanıcıları tamamen iletişimsiz bırakan Netflix deneyiminin kendisi, “Bir Başkadır”ın hedeflerine ulaşma yolunda en ciddi engellerden birisi. Arkadaşımla konuşabileceğim, başkalarının ne izlediğini görebileceğim, başkalarıyla beraber bilişsel bir deneyim yaşayabileceğim bir ara yüzü olmayan bu dijital hapishanede esir kalıyor ve bu yüzden de neden bir filmi beğenip beğenmediğimizi konuşabileceğimiz, izlerken yanımızdakinin tepkilerini hissedebileceğimiz kolektif bir deneyim yaşayamıyoruz. Geriye “bok gibi olmuş” ile “harika olmuş çok duygulandım” uçlarında gidip gelen, iletişime kapalı, tamamen bireysel yaşanmış duygusal tepkiler kalıyor. Ortak bir deneyim yaşamayan seyirciden bu yüzden de “iletişim kurmalarını ve birbirlerini dinlemesini” beklemek ne kadar gerçekçi, tartışmaya açık.

Pandemiden dolayı bir bir kapanan tiyatrolar, sinemalar, kafeler, barlar yani ortak mekanların yokluğu, yakın temas kurmaktan zorunlu olarak kaçınmak bizi yoruyor. Bir Başkadır’ı artısı ve eksisi ile değerlendirip Türkiye’de ortalamayı yukarı çeken bir başarı olarak görerek hakkını ne kadar vermek gerekiyorsa, bu iletişimsizliği daha da kaçınılmaz kılan mekansızlığı ve bu mekansızlığın zorunlu bıraktığı tüketim deneyimini de unutmamakta fayda var.