http://www.diken.com.tr/trtnin-pkk-ile-mucadele-belgeseli-devletin-gozuyle-sahit-olmak/
Devletin Gözü ile Şahit Olmak
Sinema, film ya da hareketli görüntü, tıpkı diğer sanatsal üretimler gibi bir fikir-hikâye-mesaj aktarma işlevine sahip. Üstelik sinemanın bu işlevi gerçekleştirme yolunda oldukça güçlü bir psikolojik etkisi var[i]. Özellikle klasik anlamda kurgusal veya belgesel bir film izlediğimizde ana karakter ile özdeşleşmede ve dolayısıyla kendi bedenimizi ve gerçekliğimizi unutup filmin gerçekliğini yaşamakta izleyici olarak pek de güçlük çekmiyoruz. Bu etkinin nasıl gerçekleştiği veya farklı izleyicilerde bu özdeşleşmenin nasıl farklılaştığı soruları ise başka bir tartışmanın konusu[ii].
Sinema tarihi
okuması yapmış herhangi biri rahatlıkla görecektir ki, hareketli görüntünün bu
işlevi daha ilk yıllarında fark edilmiş ve özellikle de devletler tarafından bu
amaçla kullanılması gecikmemiştir. Örneğin: Amerika’da, 1929’da başlayan Büyük
Buhran ile beraber toplumun gerçeklikten kaçabilmesi ve/veya uyuşabilmesi için Hollywood
Sineması’nın nasıl üretimler yaptığına, Nazi Dönemi Almanya’sında rejimin
Yahudi nefreti oluşturmak (özellikle de askerler üzerinde yapılan deneylerde) için
ürettiği filmlere ya da Sovyet Rusya’da devletin bir sosyalist propaganda aracı
olarak sinemayı nasıl araçsallaştırdığına bakılabilir[iii].
Sinemadan televizyona ve ardından internete geçilen süreçle beraber günümüzde
de hareketli görüntünün bu işlevi kaybolmuş değil tabii ki.
Bu kısa hatırlamanın ardından yazının yazılmasına sebep olan filmimize geçecek olursak:
TRT Belgesel, çok
yakın bir süre önce Silvan’da yaşanan operasyonlar hakkında kısa bir belgesel
film yayınladı. Bütün film boyunca kullanılan görsel dil ve anlatı biçimi
oldukça dikkat çekici.
Öncelikle
hatırlamak gerekir ki devletin (T.C ve aygıtları) bölgede yaşananlara dair ana akım medya
araçlarıyla yaymaya çalıştığı bir mesaj var:
“Bölgede yaşanan şiddetin asıl sorumlusu PKK’dir, devletin
yürütmeye çalıştığı müzakere sürecini tanımamaktadır, askerlerin ve sivillerin
ölümüne sebep olmaktadır.”
Devlet bu tek taraflı algıyı
yaratmak konusunda pek sıkıntı yaşıyor denemez. Türkiye nüfusunda azımsanamayacak bir kesim de bu görüşü sahipleniyor. Fakat görünüyor ki medya araçları, bölgeyi göstermeden uzaktan
şehit haberleriyle bu algıyı yaratmakta yetersiz kalıyor. Özellikle bölgede yaşananlara dair sosyal medyada yayılmakta olan fotoğraf ve
video görüntüleri kontrol edilemiyor. Bölgeye giderek oradaki şiddeti yaşayanlarla konuşan ve bunu sosyal medyada
yayanların sayısı az değil[iv].
Yani devletin, bölgede yaşanan şiddetin tek taraflı olduğu iddasını yaymak konusunda işi 90’lardaki kadar kolay değil.
Devlet artık kendi gözünden yaşananları göstermeye çalışarak “Bakın aslında yaşanan tüm gerçeklik budur!” deme ihtiyacı duyuyor. İşte
bu “PKK ile Mücadele Belgeseli” örneği üzerinden devletin kullandığı dili bir
kez daha deşifre etmek gerekiyor.
Film, bizi şahit
olmaya çağırıyor. Ve hemen ardından “Doğru”, “Tarafsız”, “Güvenilir”, “Nitelikli”,
“Çarpıcı” sıfatlarını görüyoruz. Bu sırada arka planda çalmakta olan müzikle ve
hızlı akan görüntülerle belgesel, bizleri kendi gerçekliğinin içine çekmeye
başlıyor ve izleyeceklerimizin “doğruluğuna” ve “tarafsızlığına” ikna etmeye
çalışıyor. Bu arada bildiğimiz gibi devlet, kendi ifadesiyle bölgede “terörle
mücadele” eden bir aktör ama buna rağmen kendini bir taraf olarak kodlamamakta
ısrar ediyor. Ve dolayısıyla kendi kanalında yaptığı bir belgeselin nasıl bir
tarafsızlık içerebileceği sorusu baki.
Belgesel ilk
yirmi-otuz saniye boyunca sadece ama sadece silah gösteriyor. Devletin silahlı
güçlerinin bölgede kullanmakta olduğu nerdeyse her türlü ekipmanı… Bu
görüntülerin birçoğunda kameranın açısına dikkat edelim. Bizler, filmin gözü
ile görüyor, o otomatik silahı kullanıyor, o tankın üzerine gidiyor ve karşıya
hedef alıyoruz. Bedenimiz o silahları kullananlar ile özdeşleşmiş durumda ve
onlar gibi düşünmeye hazırlanıyoruz diyebiliriz.
Bu görüntülerin
hemen ardından sahneye anlatıcı giriyor. Anlatıcının arkasında özellikle
seçilmiş bir helikopter ve kocaman bir polis logosu... Uyaralım, film boyunca bize orada yaşananları bu “tarafsız” haberci arkadaş anlatacak.
Kendisinin bize verdiği mesajla devam edelim. Aynen şöyle diyor:
Kendisinin bize verdiği mesajla devam edelim. Aynen şöyle diyor:
“Doğruya mı ulaşmak istiyorsunuz,
doğruyu mu bulmak istiyorsunuz? O zaman önce olayın kaynağına gidin. Ve oradaki
insanı bulun, ona dokunun, hikâyesini dinleyin, onun gözünden görün ve
yaşananlara şahit olun. Şahit olun ki hem ahlaken, hem de vicdanen sorumluluk
hissedin. Yok sayıp arkanızı dönüp gidemeyin. Şahit olun ki sayenizde doğru
kıymetlensin.”
Oldukça etkili ve
mantıklı bir konuşma yaptığı konusunda hepimiz hemfikiriz. Bu arada, orada yaşayan
insanların ne düşündüğüne, olayları nasıl yaşadıklarına dair görüntüler internette
zaten mevcut[iv]. Ama yeterli olmadığını ve başka hikayeler dinlemeye
devam etmemiz gerektiğini hissediyoruz. Oradaki insanın kim olduğuna ve kime değip,
kimin gözü olacağımızı merak ediyoruz. Birazdan anlayacağız umuduyla “şahit
olmaya” hazırlanıyoruz.
Art arda hızlı
geçişlerle tamamen yukarıdan çekilmiş görüntüler karşılıyor bizi. Ne oldukları
belli olmayan, karınca boyutlarında, tam olarak algılayamadığımız, hareket eden
canlılar görüyoruz. Aşağıdaki görüntüde görüleceği üzere kim olduğuna, ne
yaptığına, nasıl hareket ettiğine, nasıl düşündüğüne dair hiçbir fikrimizin
olamayacağı kişiler bunlar. Kesinlikle aidiyet hissedemeyeceğimiz, anlayamayacağımız
karakterler.
Tabii ki onların
devlet güçleriyle çatışmakta olan kişiler olduğunu anlamak zor değil. Fakat bu
göremediğimiz, anlayamadığımız dolayısıyla korkuyla seyrettiğimiz karakterlerin
sunuluş biçimine dikkat etmemek mümkün değil. Az önce bütün heybetiyle bizi
karşılayan namlular, tanklar, tüfekler ve şimdi de ezilmeyi, yok edilmeyi
bekleyen bu insan olup olmadığı belli olmayan minicik hayaletler… Onların bir
kimliği yok. Herhangi bir şekilde onların tarafını görmemiz mümkün değil. Bu
durum belgesel boyunca hiç bozmadan devam ediyor.
Hemen ardından
tekrar anlatıcımızla beraber Silvan ilçe tabelasının önündeyiz. Hikâyemizin
Silvan’da geçeceğini, “Silvan’daki insanlara değeceğimizi, onların gözü
olacağımızı” düşünüyoruz. Ardından anlatıcı bölgenin nüfusuna dair konuşuyor.
Özellikle çatışmaların yaşandığı mahallelerdeki insanların kaçmış olduğundan ve
nüfusun nerdeyse yarıya indiğinden bahsediyor. Su yok, ekmek yok, sokağa çıkmak
yasak. Yaşanan durumun son derece trajik olduğu konusunda anlatıcı da biz
izleyenler de hemfikiriz. Fakat bu yaşananların sebebine, insanların neden
göçtüğüne, bu sorunların yaşanmasına sebep olan temel aktöre dair henüz bir
fikrimiz yok. Anlatıcı tekrar bizi “şahit
olmaya” çağırıyor. Bize oraya gidip yaşananları aktaracağını iletiyor. Ve yola
çıkıyoruz.
İşte burada arabayı
kullanan bizler bir dış ses duyuyoruz. Aslında anlatıcının zihniyle bir nevi düşünüyoruz:
“Terör örgütü PKK ve uzantısı örgütler Suriye’de kendi
güvenli bölgesini elde edebilmek için Türkiye’nin güvensiz kalmasını
istiyorlar. Bu sebeple de Türkiye’yi Suriyeleştiriyorlar.”
Henüz bölgeye
gidebilmiş değiliz. Fakat birazdan izleyeceklerimiz hakkında nasıl
düşünmemiz, olayları nasıl görmemiz gerektiğine dair aldığımız mesaj açık.
Devam ediyoruz.
Anlatıcı, arabanın
içerisinde bize bölgedeki hendek kapatma mücadelesinden bahsediyor. Aynı
zamanda bölgede “terör örgütü mensuplarının” kanaslarla saldırdığından
bahsediyor. Ve son olarak orada görev almakta olan “güvenlik güçleri” hakkında
kısa bir bilgi veriyor. Dışarıdan birçok bölgeden gelmekte olan özel harekât
timleri olduğunu öğreniyoruz. Örneğin şu an bizimle beraber Muğla’dan gelen bir
birimle beraber yolculuk ediyoruz.
Şimdi olayı özet
geçelim: Bizler dışarıdan bir kuvvet olarak şehre ve mahallelere geliyoruz.
Oralı değiliz, oraya ait değiliz. Mahalle ve şehirde hendekler kazılmış
durumda. Oraya girmemiz istenmiyor. Hendeğin arkasında olanların düşman
olduğunu, terörist olduğunu öğreniyoruz. Fakat onları kesinlikle görmüyoruz. Ne
yaptıklarınıa nasıl davrandıklarına, neden oraya girmemizi istemediklerine,
hendeklerin ne anlama geldiğine dair bir fikrimiz yok[v].(Aslında Silvan’da sokağa çıkma
yasağının bitişi ve oradaki devlet güçlerinin geri çekilişi sırasında çekilen
görüntüleri izleyince[vi]
belgeselin geri kalanında orada yaşayan halkı tek bir kere dahi neden görmediğimizi
ve görmemeye devam edeceğimizi de anlayabiliriz.)
Belgesele geri
dönecek olursak, artık belgeselin gözü olan bizler kalemize ulaşıyoruz.
Bir nevi elimize silahımızı
alıyoruz. Polis üniformamızı giyiyoruz ve heybetli silahımıza bir kez daha
bakıyoruz.
Ve sonunda ilk
defa birine değiyoruz. Birinin hikâyesini dinliyoruz. Dinlediğimiz insan
anlatıcının ağzıyla “bölgede operasyon yapan arkadaşlardan biri”. Kendisi bize
bölgede neden operasyon yapıldığına dair bilgi veriyor. Mahallelerde
hendeklerin olduğunu, özel harekâtçıların bu hendekleri aşmaya ve ardındaki
mayınları temizlemeye çalıştıklarını öğreniyoruz. “Terör örgütü mensuplarının”
çeşitli araçları yaktığını ve devlet güçlerinin onları söndürmeye
çalıştıklarını, kamuya verilen zararın boyutlarını işitiyoruz. Bölgede yaşanan
çatışmadan dolayı halkın evlerini, mahallelerini terk ettiğini öğreniyoruz. Ve
bu insanların yaşanan şiddetten ve ölümden değil, PKK’lilerin evlerine el
koymalarından dolayı gittiklerinden bahsediliyor.
Hikâyesini
dinlediğimiz kişi “terör örgütü mensuplarının” toplamda yirmi otuz kişiden
oluştuğunu da ekliyor. Ardından anlatıcımız şu soruyu soruyor: "Peki madem bu
kadar azlar neden bu sorun çözülemiyor? Bölge halkı bu olaylardan önce nasıl
yaşıyordu?" Öğreniyoruz ki terör örgütü mensupları sivillerin arasına karışıyor
ve onları kalkan olarak kullanıyor. Filmin gözü olarak anlamamız istendiği kadarıyla mahallelerde
çatışanlar o bölgede yaşamakta olan insanlar değiller. Onlar dışardan gelen,
halkı provoke eden, ölümlerine sebep olan bir grup silahlı güç(buraya birazdan
geri döneceğiz). Ve tekrar bu “terör örgütü mensuplarını” görüyoruz.
Bize bu görüntülerin
tamamen gerçek olduğunu ve bizim adımıza belgesel ekibinin orada yaşananlara “şahit
olduğunu” tekrar ve tekrar hatırlatıyor anlatıcı. Bu küçücük, sinsi ve hızlı
hareketleriyle bizi tedirgin eden ve bir nevi böcek olarak kodlamamız istenen yaratıklara
nefret duymamız gerekiyor. Ve en nihayetinde evden çıkıyoruz.
Biraz daha
yakından, mahallelerde yaşananları görmeye gidiyoruz. Ezan okunuyor. Bize
hayatın bir yandan devam ettiği hatırlatılıyor. Ve bu hayatı zehir eden, orada
yaşayanların hayatını cehenneme çeviren bir örgütle karşı karşıya olduğumuz
söyleniyor. Bu hayatı zehir edilen insanları neden görmediğimizi ve neden onlardan
bu hikâyeyi dinlemediğimizi anlayamadan, bahsedilen terör örgütün kim
olduğunu pek de sezemeden (az önceki paragrafla beraber düşünerek birazdan buraya
geri döneceğiz) dikkatli bir şekilde ilerlemeye devam ediyoruz.
Mahalleye giderken
sürekli sansürlenmiş-üstü kapatılmış yazılamalar görülüyor. Aslında mahallenin
nerdeyse her yerinde PKK yazılamaları var. Şehrin duvarları bu yazılarla dolu.
Polisler bu yazıların çoğunun üstünü boyayla kapatmış veya kendi
yazılamalarını yapmışlar[vii]: "T.C Burada", "Kızlar Geldik İninize Girdik", "Türksen Övün Değilsen İtaat Et", "Kurdun Dişine Kan Değdi" gibi kan dondurucu yazılar var duvarlarda. Belgesel ekibi de bu duvar yazılarının izleyenlerde oluşacağı etkinin farkına
varmış olacaklar ki hepsini ısrarla sansürlemeye çalışmışlar. Ve bir yandan da
ısrarla evlerin duvarlarındaki savaş izlerini vurgulamaktalar. Bu savaş izleri
ile o izlerin bulunduğu duvarda yazmakta olan “T.C Burada” yazısı, bölgedeki
şiddetin aktörüne dair bir ipucu. Fakat belgeselin yapımcıları bunu
titizlikle sansürleyememişler.
Bu anlardan
itibaren yoğun bir kamu zararı vurgusu var. Bölgede patlamalardan dolayı dağılan
taşlar, evlerin duvarlarındaki mermi izleri, camlardaki kırıklar vs. Bölgede
operasyon yapan güçler bu kamu zararına tepkili ve bu zararın sorumluları ile
mücadele ediyor görüntüsü var. Sonuç olarak tüm o tankların, akreplerin,
silahlı güçlerin varlığı ile mahallede yaşanmış olan fiziki hasarın arasında
bir ilişki yokmuş gibi davranılıyor, zararı sürekli karşı tarafın verdiği
bilgisi veriliyor. Anlamamız istendiği kadarıyla bölgede
bir grup vandal kendi kendine yolları patlatıyor, evlere silah sıkıyor, evleri
ele geçiriyor ve olmayan bir düşman ile çatışıyor. Yaşanan bütün fiziki
çöküntüyü bu deli teröristler yapıyor. Biz ise bakıp üzülüyoruz. Acaba neden
böyle yapıyor ki bu deliler diye soruyoruz. Halen yaşananın sadece bir kamu
zararından ibaret olduğuna, can kayıplarının olmadığına inanmakla meşgul olmamız gerekiyor[viii].
Ve oradaki
evlerden birine giriyoruz. Yukarıda bahsi geçen bölüme geldik. Hatırlatalım,
film boyunca bize anlatılan bir hikâye vardı: Mahallede evler boş, insanlar
bölgeden kaçmış, evlerinde yaşayamıyorlar. Sebebi o evleri tarayan, o evleri
ele geçirip kanaslarla ateş açan, kamu zararına sebep olan bir grup teröristin
şiddetiydi. Ve şimdi biz o evlerdeyiz. Odalara giriyoruz ve bir görüntü ile karşılaşıyoruz.
…
Bu sırada düşünmemize
fırsat vermeden anlatıcı devam ediyor: “PKK sivillerin arasına giriyor, onların
ölmesini istiyor, bölgeye giden güvenlik güçlerinin fotoğraflarını çekerek dünya
basınına servis ediyor”. (İşte burada yaşanan o iç çelişkiye şahit oluyoruz.
Devlet bu kadar tarafsız ve haklı olmasına rağmen orada yaşananların basına
sızdırılmasından neden rahatsız, neden gocunuyor? Anlaşılan birileri hendeklerle
kapatılan, istenmediği bir bölgeyi işgal ettiğinin bir yandan da farkında. Silahlı devlet güçleri, bölgede verdiği savaşın ardından duvara yazı yazma ihtiyacı da duyuyor)
İşte anlatıcının “Belki
de burada eskiden çocuklar top oynuyordu.” dediği sokak ve duvardaki savaş
izleri. Burada atılan imzayı görebiliyoruz. Her ne kadar
anlatıcı çok hızlı bir şekilde o imzayı görüp, sansürleyip, gözünü çevirmeye
çalışsa da…
Anlatıcı bize “birçok
hikâye dinlediğini, bölgede yaşayanlara değdiğini(?)“söylüyor. Bütün film
boyunca o topraklarda yaşayan halktan tek bir insan evladını görmemiş, onların hikâyesini
dinlememiş olmamıza artık şaşırmıyoruz. Zaten film başladığından beri devletin
gözünden olanları izliyor, devleti dinliyoruz. Nitekim birazdan dinleyeceğimiz
sözler de bir başka özel harekâtçıdan. Anlatıcının dediğine göre kendisi birebir
şöyle diyor:
“Ben orada daha rahatım. Çatışma sırasında ben görevimi
yapıyorum. Ama burada söyleyeceğim herhangi bir kelime daha sonra aleyhimde
kullanılabilir ve hak etmediğim cezalar alabilirim. Biz sahada problem yaşamıyoruz Ya sosyal medya üzerinden ya da başka şeyler üzerinden
hakkımızda açılan soruşturmalar ve davalarla uğraşıyoruz. O yüzden sizden ricam
bizim adımıza siz söyleyin. Bizim arkamızda durun.’’
(Bu sözlerin tekrar ve tekrar okunmasını tavsiye ediyorum.)
(Bu sözlerin tekrar ve tekrar okunmasını tavsiye ediyorum.)
Ve artık filmi
bitirmek üzereyiz. Anlatıcı bu hikâyeleri(?) aktarmanın kendi üzerinde bir
görev olduğunu ve bizim adımıza şahitlik ettiğini tekrar hatırlatıyor. Hemen
ardından sırayla gördüğümüz iki görüntü:
Finalde anlatıcı
kendini saklama ihtiyacı duymuyor artık. Kimin sözcüsü olduğunu, bize kimin
gözünden ne anlattığını göstermekten çekinmiyor(baştan beri bunun için çok
çabaladığını da söylemek mümkün değil aslında). Ve en sonunda tüm belgesel
boyunca gördüğümüz akreplerin birinden iniyor. Yanımıza geliyor.
Ve bize şu cümleyi
kuruyor:
“Olayların
kaynağına geldiniz, insanları buldunuz, onlara dokundunuz, yaşam hikâyelerini
dinlediniz, onların gözünden gördünüz. Bildiklerinizle yaşananlar arasındaki
farka şahit olabildiniz mi?”
Bu belgeseli izlerken şahit olduğumuz absürtlük tavan yapıyor burada. Anlatıcımızın finalde kurduğu her
cümleyi teker teker düşünüp filmi baştan sona tekrar aklımızdan geçiriyoruz.
Şaşırmakla beraber, bu "başyapıt" ile ne yapacağımızı düşünüyoruz. Ve aklımıza bu filmi yeniden kurgulamak
geliyor. Sadece bu belgeselle değil başka görüntülerle beraber, şahit olduğumuz
her şeyi birlikte düşünelim diyoruz. İki görüntünün, iki anlamın arka arkaya
gelmesi ile oluşan senteze ve kendini açığa çıkaran yeni bir gerçekliğe teslim oluyoruz[ix].
“Gerçekliğe bir de bu şekilde şahit olalım. Şahit olalım
ki hem ahlaken, hem de vicdanen sorumluluk hissedelim. Yok sayıp, arkamızı
dönüp gidemeyelim. Şahit olalım ki sayemizde doğru kıymetlensin”
Yazının yazılmasından sonra gerçekleşenlere dair kısa notlar:
-MİT tırlarına ait olduğu belirtilen fotoğrafları yayınlaması sebebiyle Cumhuriyet gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve gazetenin Ankara Temsilcisi Erdem Gül tutuklandı. Gazeteciler "silahlı terör örgütüne üye olmak, siyasi veya askeri casusluk ve devletin güvenliğine ilişkin gizli kalması gereken belgeleri açıklamak" ile suçlanıyor.
-Silvan'da yaşananlar sırasında bölgeye gitmiş insan hakları aktivistlerinden biri olan Diyarbakır Baro Başkanı Av.Tahir Elçi, Sur ilçesinde yaptığı basın açıklaması sırasında onlarca kamera önünde "faili meçhul" bir cinayete kurban gitti. Operasyonların sürdüğü Sur ilçesinde sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Yasak dönüşümlü olarak kaldırılıp tekrar ilan ediliyor.
-Sokağa çıkma yasakları ve operasyonlar artık Nusaybin'de devam ediyor.
[i][ii] Daha ayrıntılı bilgi için: Film Theory: An
Introduction Through Senses, Thomas Elsaesser - Malte Hagener.
[iii] Daha ayrıntılı bilgi
için: Film History: An Introduction, Kristin
Thompson, David Bordwell.
[vi] Silvan halkından asker uğurlaması. İzlemek için tıklayınız.
[vii] Bu durum devlet güçlerinin bölgede nasıl bir bakış açısı ile
operasyon yaptığının anlaşılması açısından bir fikir verebilir. Yazılamalar için tıklayınız.
[viii] Yaşanan sivil ölümleriyle alakalı Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın hazırladığı rapor için tıklayınız.
[viii] Yaşanan sivil ölümleriyle alakalı Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın hazırladığı rapor için tıklayınız.
[ix] Eisenstein montage theory.
Kısa bilgi için tıklayınız.
---------------------------------------------------------------------------------------------------
Devletin Aklı ile Hatırlamak
---------------------------------------------------------------------------------------------------
Devletin Aklı ile Hatırlamak
Daha önce
TRT’nin Şahit Olun Belgeseli üzerinden hareketli görüntünün propaganda ve
algı yönlendirme işlevi hakkında bir yazı yazmıştım.[1]Şimdi
de hafızaya olan etkisinden bahsetmek istiyorum. Fakat bu yazıda bir yandan sinematik
üretim ile hafıza ilişkisini incelerken bir yandan da devlet diyebileceğimiz üst
aklınki ile kendi belleğimi karşılaştıracağım.
Ben
doğma büyüme Diyarbakırlıyım. Evimiz Bağlar’ın Kaynartepe Mahallesi’nde. En
azından şimdilik… Kaynartepe Mahallesi'ni geçtiğimiz bir ay içinde savaşın
sıçradığı yer olarak haberlerden hatırlayan olmuştur belki[2].
Evim
orada, ama ailem bölünmüş durumda. Annem mahalledeki
çatışmalar, patlamalar, evinin içine atılan gaz bombaları, bir sokak ötede
öldürülen insanlar ve sokağa çıkma yasakları yüzünden yaşayamıyor evinde.
Kendine gelmek için kaçtığı son yer ise geçen seneden beri üçüncü defa
patlamanın yaşandığı yer olan Ankara. Annem emekli memur, bu yüzden
de belki daha şanslı, görece hareket özgürlüğü var. Ablam ise sabah işe gitmek
akşam da evine dönmek zorunda. Geçtiğimiz ay sıcak çatışmaların Kaynartepe’ye
taşınmasıyla beraber, bütün mahalle boşaltıldığından, bir ilan edilip bir iptal
edilen sokağa çıkma yasaklarından beridir o da gidemiyor doğru düzgün evine. Ben
ise İstanbul’da okuyorum.
Evimin
biraz ötesinde aylardır savaşın sürdüğü Sur, şehrin merkezidir. Eski Diyarbakır
olarak bilinir ama Diyarbakır'ın ta kendisidir. Şehrin tarihi de oradadır,
insanı da oradadır, ekonomisi de, kültürü de, siyaseti de, aklı da oradadır.
Fakat aylardan beri aç biilaç, parasız bir halde, nereye gideceğini bilmeden
göç etmek zorunda kalanın haddi hesabı yoktur Sur’da. Ölenlerin haddi hesabı
yoktur memleketimde.
Bunları
biliyor herkes. Eskiden “bilmiyorduk” vardı. Öyle bir şansı da yok artık
kimsenin. Daha geçen sene 1915’in yüzüncü yılında geçmişle yüzleşmeyi
tartışıyorduk. Yüz yıl önce katledilen insanları ve bir kültürü
tartışıyordu Diyarbakır. Yalnız sadece geçmişle değil, bugün ile de
yüzleşilemiyor.
Bir
videoya denk geldim. Geçmişi yok edilmiş, bugünü abluka altındaki memleketimin
geleceğini de çalmak istiyorlard elinden. Bu yazıyı bu yüzden yazmak istedim.
Geçmişle
yüzleşme aygıtlarından biri de hareketli görüntüdür. “Gerçek bir hikâyeden
uyarlanmıştır” diye başlayan birçok anlatı bize objektif bir şekilde geçmişi
hatırlatmaya çalıştığını iddia eder. Hâlbuki hiçbir anlatı türü gibi sinema da
objektif olamaz. Kamera bir yere konulduğu anda konulmadığı yerin hikâyesini
anlatamaz. Özellikle ana akım sinema bilakis hafızayı yeniden inşa eder. Duygu,
düşünce dünyamızı, tüm algı süreçlerimizi, anılarımızı bile etkiler hareketli
görüntü[3].
Biraz
açmak istiyorum burayı. Yaşanmış olan şiddet, baskı ve mücadeleler bireysel ve
toplumsal düzeyde travmalar yaratır. Bu travmalarla yüzleşmeden tedavi ve daha
doğrusu hayata devam edebilmek pek mümkün değildir. Bu yüzleşmeyi
sağlayabilmek, bir yandan da anlatı oluşturabilmeyi gerektirir. İşte bu anlatı
araçlarından biri de sinemadır[4]. Özellikle ana akım sinema bu açıdan geçmişe
ışık tutmaktan ya da yaşanmış olan gerçekliğe ayna tutmaktan çok bir yas işlevi
görür. Kurgusal veya belgesel herhangi bir görüntü gerçeğin aynası değildir.
Onun bir izdüşümüdür. İnsan psikolojisi geçmişi travmalarıyla hatırlamak
istemez. Yaşanan acılar zamanla seyrekleşir, o gerçekliği farklı bir filtreden
geçmiş şekilde hatırlama eğilimimiz vardır. Zaten bireysel olarak kendi belleğimizde dahi bir süzgeçten geçirdiğimiz anılarımızın sinemada ya da
başka bir anlatı aracında daha "objektif" bir süreçten geçebileceğini düşünmek komik olacaktır.
Örneğin
savaş hikâyelerinin çoğunda olayın özündeki “ölüm” genellikle yan öğedir. Asıl
anlatılan daha çok zafer, ya da kurtuluş öyküleridir. Örneğin 2. Dünya Savaşı
hakkında yapılan filmlerin çoğunun sonunda Naziler yok edilmiştir. Artık
korkacak bir şey yoktur. Öldürülen Yahudiler vardır ama biz daha çok kurtulanların hikâyesini izleriz. Ya da ülkemizde daha çok
yapıldığı gibi, 12 Eylül’ü işleyen yapımlar daha çok bir aile hikâyesini veya
bir aşk hikâyesini anlatır[5]. Çünkü bu daha az acı
verici, yas tutmaya ve deşarj olmaya daha müsait bir anlatı biçimidir. Bu
hüzünlü de olsa genellikle mutlu sonla biten filmler izleyicide bir sorumluluk
duygusu da oluşturmaz. Harekete geçirici değildir. Her şey zaten geçmişte olup
bitmiştir. Genellikle bu işler, şu an hayatta olanlara “her şey olmuş bitmiş”
gibi yas tutmaktan başka pek de bir alan açmaz.
Ya
da tüm hafızayı yeniden inşa etme üzerine düşünelim. Bütün dünyaya bu konuda
ders verdiği için Hollywood’dan örnek verebiliriz: 2. Dünya
Savaşı’nı nasıl hatırlarsınız? Holokost ile hatırlar büyük çoğunluk. Naziler
gelir akla, Adolf Hitler canlanır gözümüzün önünde. 2. Dünya Savaşı’na dair
çekilen çoğu film, çoğu üretim bize aynı hikâyeyi anlatır: “Hitler bir
şeytandı. Tüm dünyayı ele geçirmek için milyonlarca insanı öldürdü. Kahramanlar
da onunla mücadele ederek bu savaştan galip geldi”. İşte kolektif hafıza
kaybına sebep olan ve geçmişi yeniden inşa eden ana akım sinemanın yaptığı şey
tam olarak da budur.
Aslında 2. Dünya Savaşı Naziler kadar tüm dünya devletlerinin ortak suçu değil miydi? Savaş boyunca sadece Naziler mi sivilleri öldürdü? Sadece Hitler mi milyonlarca insanın ölümüne sebep oldu? O savaşta sadece Yahudiler mi öldürüldü? Diğer devletler bu sırada Yahudiler'i korumakla mı uğraşıyorlardı? Gerçekten de bir toplumu soykırıma uğratmaya çalışacak kadar ileri giden bir devlet adamı ile bir çırpıda iki şehre atom bombasını atarak binlerce sivili saniyede öldürmeyi beceren başka bir devlet adamı neden aynı kefeye konulmaz, o hikâye neden sık sık hatırlatılmaz? Savaş sonrası Berlin’de tecavüz edilen yüzlerce kadının hikâyesini neden çoğunlukla bilmeyiz?[6]
Sadece
2. Dünya Savaşı değil elbette. Hollywood yapımları bize şunları da söyler:
Eskiden köle ticareti vardı, çok büyük insanlık suçları işlendi ama artık
siyahi başkanımız bile var. Eskiden eşcinseller baskı altındaydı ama artık
ötekileştirilmiyorlar. Kadınlar eskiden eziliyordu ama artık
özgürler. Devletimiz eskiden savaş suçları işlerdi ama artık akıllandı.
Sadece
Hollywood’tan veya ABD’den bahsetmiyorum. Belki başka bir örneği görmek daha
anlaşılır kılar diye bu kadar uzattım. Burada, dikkat çekici olan devletin
kendisi ve ideolojik aygıtlarının akıl yürütme biçimidir. Devlet denilen yapının
hayatımızı kolaylaştırmak, adaleti sağlamak için kurulmuş bir yapı olduğuna
inanılır. Ne yazık ki bu değildir Devlet, bilakis bir ülkede veya bölgede
üretilen maddi ve manevi zenginliği bölüşmek için egemen güçler tarafından
kurulmuş bir paylaşım mekanizmasıdır. Bu paylaşım mekanizmasında farklı
çıkarları olan gruplar bazen bir araya gelir bazen de ayrılırlar[7]. Bazen bir bakmışız ki
“yol yapan, köprü yapan, burs veren, iş veren” bir yapı aniden “katillerin,
işkencecilerin, katliamcıların, hırsızların” durağı olmuş. “Yoo!” denir o zaman. “Devlet
iyidir aslında. Lakin kendini bilmezler, kötü niyetli yapılar devletin içine
sızıp böyle şeyler yapıyorlar”.
“Ben
yapmadım, öcü yaptı”nın devletçesidir bu. Aslında tüm yaşananlar devletin karanlık yüzünü gösterir bizlere. Örneğin:
1915’te katledilen Ermeniler üç beş çetenin işiydi denir; Dersim Katliamı’ndan
devletin en üst erkânının haberi yoktu; 6-7 Eylül olayları çıkar
peşindeki grupların, kötü niyetli bir hükümetin işiydi; Çorum, Maraş
katliamları dış mihrakların, gizli derin yapıların işiydi; 12 Eylül’deki
işkenceler, yasaklar, ölümler darbecilerin suçuydu; Madımak, galeyana
gelmiş bir grubun suçuydu; 1990’daki faili meçhuller, yakılan köyler, göç
ettirilen insanlar, katliamlar, mafyayla ilişkiler, uyuşturucu ticaretleri, her
şeyi yapan Derin Devlet’ti, Ergenekon’du.
Şimdi de geçmişte “Okyanus ötesine selam” yollayanlar “Paralel Devlet” diye şarkılar söylüyorlar. Bu liste daha uzar gider.
Bunları
ben demiyorum. Memlekette sayıları her geçen gün artan devletin ideolojik aygıtları gibi çalışan diziler, filmler,
belgeseller, tv programları diyor[8]. Ana akım kanalarda,
TRT’de, ülkedeki tüm sinemalarda yayınlanıyor bu yapımlar. İnternette
binlerce, milyonlarca izlenme sayısına sahipler. Öyle ki TRT'de yayınlanan Fetret Belgeseli için MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural : "TRT bu belgeselde ülkücülere, katil yaftası yapıştırmaktadır. Meydanlarda AKP, 'ülkücü kardeşlerim' derken, pravdası olan TRT ise ülkücüleri aşağılamaktadır. Belgeselde PKK aklanmaktadır. Terörle mücadele edenler karalanmaktadır. Devletin güvenlik güçleri, masum insanları öldüren, kuyulara atan, beyaz toroslara binenlerin geri gelmediği gösterilmektedir. Ne utanmazsınız ya, terörle mücadele edenleri böyle göstermekten utanmıyor musunuz? Kahraman jandarmaları, uyuşturucu taşıyanlar olarak gösteriliyor. Gaddarca cinayet işleyen, ülkücü cani gibi gösteriyorsunuz" diyerek büyük tepki göstermişti.[9]
Bu yapımları genel olarak geçmişle yüzleşme aracı olarak gören elbette çoktur. Fakat bu tip yapımlar izlenince görülecektir ki yapılmaya çalışılan şey, işlenen suçları ortaya çıkarmaktan çok onları geçmişe gömmektir. Yani diyorlar ki: Geçmişte uyuşturucu ticareti yapan, insan öldüren, hırsızlık yapan,
sömürgeci, kirli bir yapı vardı, artık yok. Savaş çığırtkanlığı yapan, faili
meçhul cinayetlerin emrini veren, demokratik çözüm gibi bir gündemimiz yok,
savaşacağız diyen bir başbakanımız vardı, artık yok. İnsanlar eskiden
köylerinden kovuluyor, göçe zorlanıyordu, ohaller yüzünden evine gidemiyordu,
artık öyle bir durum yok. Eskiden siyasetçiler, gazeteciler,
aktivistler tutuklanıyor, öldürülüyordu, akademisyenler susturuluyor, karanlık
ilan ediliyor, öğrenciler tartaklanıyor, politikacılar üniversitelere
savaş açıyordu, çok şükür böyle şeyler hiç yok. Ya da Ahmet Kaya Kürtçe şarkı
söylemek istediği için aforoz edilmişti, “gittiği her yerde dile getirdiği barış
sözü yüzünden değil”; Yılmaz Güney Kürt bir sinemacı olduğu için yasaklanmış ve
işkenceler görmüştü, “Kürdistan için dile getirdiği demokrasi ve özgürlük
düşüncesi için değil”. Artık insanlar Kürtçe şarkı söyleyebiliyorlar. Kürtçe
film çekebiliyorlar. Kürtçe devlet kanalı bile var. Dolayısıyla Kürt Sorunu da
artık yok.
İki
video arasındaki yedi farklı bulunuz.
Görüldüğü üzere bu yapımlar bir yandan 90'ları cehennem günleri olarak gösterirken bir yandan da şu anki iktidarın meşruiyetini de desteklemiş oluyorlar. Dolayısıyla da toplumsal hafıza kaybına sebep olup yeni bir bellek inşa ediyorlar. Mesele günümüzü aklamaktan başka bir şey değil. Örneğin Türkiye'de bu yapımlarda geçen suçları işlediği için cezalandırılmış devlet görevlisi sayısı halen yok denecek kadar az.
Başta da söylediğim gibi, bu süreç geçmişle de kalmıyor. Bir çok aygıt ile bugünü de yarını da tekrardan inşa etme amacı var. İşte Sur Yeniden videosunun bu kadar sinir bozmasının sebebi de bu. Videoda anlatıyla, animasyonlarla, video ve fotoğraf görüntüleriyle Sur'un hem geçmişi hem de geleceği yerle bir edilmekte ve ayrıca Sur'u yerle bir eden öznenin kim olduğu ile alakalı kocaman bir soru işareti bulunmakta.
Bu aşamada videoda dile getirilen bellek ile kendiminkini karşılaştırarak ilerlemek istiyorum.
Başta da söylediğim gibi, bu süreç geçmişle de kalmıyor. Bir çok aygıt ile bugünü de yarını da tekrardan inşa etme amacı var. İşte Sur Yeniden videosunun bu kadar sinir bozmasının sebebi de bu. Videoda anlatıyla, animasyonlarla, video ve fotoğraf görüntüleriyle Sur'un hem geçmişi hem de geleceği yerle bir edilmekte ve ayrıca Sur'u yerle bir eden öznenin kim olduğu ile alakalı kocaman bir soru işareti bulunmakta.
Bu aşamada videoda dile getirilen bellek ile kendiminkini karşılaştırarak ilerlemek istiyorum.
“Diyarbakır, pek çok uygarlığın bereketini ve izlerini taşır”.
Uygarlıktan kasıtları tarih kitaplarındaki gibi hüküm sürmüş devletler. Diyarbakır orada yaşayan ve yaşamış olan halkların izini taşır, 1915’te katledilen Ermeniler’in evlerini, kültürlerini, değerlerini taşır.
“Merkezinde bir kültür hazinesini saklar Sur dediğiniz”.
"Kültür hazinesi/mozaiği" diyerek altı boşaltılmaya çalışılan şey, farklı milletlerin kimliklerini yaşayabileceği özgür ve demokratik bir gelecek umududur. Sur, bu hazineyi saklar.
“Yeniden bereketleniyor Hevsel Bahçeleri”.
Hâlbuki o bahçeler, daha iki sene önce yakılmak, yıkılmak üzere olan, tıpkı Gezi Parkı gibi günlerce süren bir direnişe şahit olan yerlerdir.
“Otantik halinde yeniden inşa edilecek Sur”.
Mesela Dikranagerd mi, Amed mi, Diyarbekir mi inşa edeceklerini soralım. Sur'un ne olduğuyla, geçmişi ile nasıl bir ilişkisinin olduğuyla uzaktan yakından alakası yok bu nostaljinin. Sur bugündür, orada yaşayan halkların geleceğidir, talepleridir.
“Ulu Cami’den ezan sesi yükselecek yeniden”
O sokaklar sadece camilerin, mescitlerin, ezanların değil, Surp Giragos’un, Meryem Ana’nın çan seslerine de ev sahipliği yapar.
“İnsanlar huzur içinde yaşayacaklar”. “Su seslerine çocukların sesi karışacak.”
O huzur içinde yaşayacaklar, evleri yıkılan, göç ettirilen, parası olmayan insanlar olmayacak Ve de oralar, sokaklarında öldürülmüş çocukların sesini de hatırlatacak.
“Yeniden inşa edeceğiz Sur’un duvarlarını, Dört Ayaklı Minare herkese birlik ve beraberliğimizi hatırlatmaya devam edecek. "
O duvarlar daha çok " T.C BURADA” yazılarını, ; Dört Ayaklı Minare ise önce linç edilen sonra da öldürülen Tahir Elçi’nin verdiği Barış Mücadelesini hatırlatacak.
“Geleceği geçmiş inşa eder.”
Bugününü yok edenler mi inşa edecek Sur'u Yeniden?
Uygarlıktan kasıtları tarih kitaplarındaki gibi hüküm sürmüş devletler. Diyarbakır orada yaşayan ve yaşamış olan halkların izini taşır, 1915’te katledilen Ermeniler’in evlerini, kültürlerini, değerlerini taşır.
“Merkezinde bir kültür hazinesini saklar Sur dediğiniz”.
"Kültür hazinesi/mozaiği" diyerek altı boşaltılmaya çalışılan şey, farklı milletlerin kimliklerini yaşayabileceği özgür ve demokratik bir gelecek umududur. Sur, bu hazineyi saklar.
“Yeniden bereketleniyor Hevsel Bahçeleri”.
Hâlbuki o bahçeler, daha iki sene önce yakılmak, yıkılmak üzere olan, tıpkı Gezi Parkı gibi günlerce süren bir direnişe şahit olan yerlerdir.
“Otantik halinde yeniden inşa edilecek Sur”.
Mesela Dikranagerd mi, Amed mi, Diyarbekir mi inşa edeceklerini soralım. Sur'un ne olduğuyla, geçmişi ile nasıl bir ilişkisinin olduğuyla uzaktan yakından alakası yok bu nostaljinin. Sur bugündür, orada yaşayan halkların geleceğidir, talepleridir.
“Ulu Cami’den ezan sesi yükselecek yeniden”
O sokaklar sadece camilerin, mescitlerin, ezanların değil, Surp Giragos’un, Meryem Ana’nın çan seslerine de ev sahipliği yapar.
“İnsanlar huzur içinde yaşayacaklar”. “Su seslerine çocukların sesi karışacak.”
O huzur içinde yaşayacaklar, evleri yıkılan, göç ettirilen, parası olmayan insanlar olmayacak Ve de oralar, sokaklarında öldürülmüş çocukların sesini de hatırlatacak.
“Yeniden inşa edeceğiz Sur’un duvarlarını, Dört Ayaklı Minare herkese birlik ve beraberliğimizi hatırlatmaya devam edecek. "
O duvarlar daha çok " T.C BURADA” yazılarını, ; Dört Ayaklı Minare ise önce linç edilen sonra da öldürülen Tahir Elçi’nin verdiği Barış Mücadelesini hatırlatacak.
“Geleceği geçmiş inşa eder.”
Bugününü yok edenler mi inşa edecek Sur'u Yeniden?
Tarlabaşı’nı
yeniden inşa edenler yapacak bunları. Tarlabaşı’nda yürütülen kentsel dönüşüm
projelerinin videoları veya metinleri okunduğunda görülecektir ki oradaki iskelet mesaj da hep aynıdır:
“Buralar
eskiden ne güzeldi, şimdi ise çok kötü bir halde. Biz eskisi gibi yapacağız
buraları. Çünkü çok iyi niyetliyiz.”
Bu "Nostaljik olanı geri getiriyoruz, Kentsel Dönüşüm yapıyoruz" argümanlarının arka planında bir kentin kimliğinin ve hafızasının silinmesi, yok edilmesi yatar.
Daha fazla uzatmayacağım. Gelin beraber şu kısacık belgeseli izleyelim, Zeynep Esmeray Özatik’in ve Gülizar Günsel’in bize anlattıklarına kulak verelim:
Daha fazla uzatmayacağım. Gelin beraber şu kısacık belgeseli izleyelim, Zeynep Esmeray Özatik’in ve Gülizar Günsel’in bize anlattıklarına kulak verelim:
[1]
TRT’nin ‘PKK
ile Mücadele Belgeseli’: Bir ‘başyapıt’:
http://www.diken.com.tr/trtnin-pkk-ile-mucadele-belgeseli-devletin-gozuyle-sahit-olmak/
[2]
Çatışmalı süreç
şimdilik durdu. Yarın ne olacağını kimse bilmiyor.
http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/03/160317_baglar_hatice
[3] Malte Hagener,Thomas Elsaesser. Film Theory:
an introduction to cinema through senses. Cinema as Mind and Body.
[4] Sönmez,
Sevcan. "Toplumsal Bellek ve Sinema: Türkiye Sinemasında Travmatik
Temsiller." Doktora Tezi, Anadolu Üniversitesi, 2012.
[5] Çok bilinen bir örnek olarak Hatırla
Sevgili dizisi.
[6]
Berlin Muharebesi
https://tr.wikipedia.org/wiki/Berlin_Muharebesi
[7]
Alişan Akpınar.
Devletin Üç Hali: Hırsız Devlet, Derin Devlet, Paralel Devlet
http://bgst.org/ulke-gundem/devletin-uc-hali-hirsiz-devlet-derin-devlet-paralel-devlet
[8] Örneğin: Keşke Olmasaydı, Fetret, Şahit Olun gibi belgesel yapımlar ve Kurtlar
Vadisi türevi diziler, filmler.
[9]Haber için: http://www.hurriyet.com.tr/mhp-genel-baskani-devlet-bahceliden-sonra-oktay-vuraldan-da-trtye-tepki-40008229
[9]Haber için: http://www.hurriyet.com.tr/mhp-genel-baskani-devlet-bahceliden-sonra-oktay-vuraldan-da-trtye-tepki-40008229
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder