http://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2017/06/10/yeni-turkiye-ne-izliyor/
1) "Caligari’den Hitler’e: Alman Sinemasının Psikolojik Tarihi" Örneği
Siegfried Kracauer, ‘Caligari’den Hitler’e: Alman
Sinemasının Psikolojik Tarihi’ isimli kitabında bir toplumun sinemasının o
toplumun ruh hali ve iç çelişkilerini yansıtan bir ayna görevi üstlendiğini iddia
etmiştir. Gerçekten de Kracauer’in incelediği dönemde (Weimar Dönemi) Almanlar
1. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış, imzalamak zorunda kaldığı çok ağır
anlaşmalar ve toparlanması zor savaş yaralarıyla ekonomik, politik ve sosyal
anlamda ciddi bir bunalım içine girmişti. Fakat aynı zamanda bir ikilem söz
konusuydu. Enflasyon, işsizlik ve açlığın çok yoğun yaşandığı bu dönemde bir
şekilde Alman Sineması altın çağını yaşıyordu.
UFO stüdyosunun sinemacıları sembolizm ve mizansenin
olanaklarını yoğun bir şekilde kullanarak son derece stilistik bir sinema
üretimi içine girmişlerdi (Alman Dışavurumcu Sineması). Golem (1915), Dr.
Caligari'nin Muayenehanesi (1920), Nosferatu, Bir Dehşet Senfonisi (1922) gibi
bu dönemin en önemli yapımlarında da görülebileceği gibi bu dönem filmleri ile gerçek-dışı,
absürt dekorlar, çarpıtılmış perspektifler, ışığın ve gölgelerin abartılı kullanımı,
karanlık, psikolojik, fantastik hikayeler özdeşleşmiştir.
Kracauer’e göre, bu dönem filmleri sanatsal ve anlatısal
atmosferi ile topluma, yaşanan gerçeklikten kaçışı ve kaderciliği öğütler;
bununla beraber kaos ve tiranlık dışında hiçbir alternatif sunmaz. Ve gene
Kracauer’e göre kadercilikle birleşen toplumdaki atmosfer ile Nazizmin
yükselişine olan dirençsizlik ve yaklaşmakta olana yönelik yaygın kabulleniş
arasında ciddi bir ilişki vardır. [i]
Bu videodan Alman dışavurumcu filmleri, kullanılan
motiftler, ışık ve hikayelere dair bir fikir edinilebilir.
Peki Türkiye Sinemasına bakarak topluma ve ülkeye dair neler
söyleyebiliriz? Daha doğru bir ifadeyle Türkiye’de özellikle son onbeş yılda
nasıl kitlesel filmler ve diziler üretiliyor; ne tarz yapımlar gişe ve reyting
rekorları kırıyor? Kısaca Türkiye ne izliyor?
2) Türkiye’de 2000ler ve Geçmişle Yüzleşme Yapımları
Türkiye 2000lere gelindiğinde 80ler ve 90lar gibi travmatik
dönemleri “geride bırakmış” durumdaydı (bu travma dönemlerinin öncesinin de bir
travmalar yüzyılı olduğunu unutmamak gerekir). Türkiye çok büyük yaralar ve
ciddi dönüşümlere yol açmış bir darbe dönemi geçirmiş ve bununla beraber
kimsenin hatırlamak istemeyeceği katliamların, suikastlerin, savaşın, post
modern darbelerin, büyük ekonomik krizlerin yaşandığı bir dönemden yeni
çıkılmıştı.
Yaşanmış olan şiddet, baskı ve mücadeleler bireysel ve toplumsal
düzeyde travmalar yaratır. Bu travmalarla yüzleşmeden tedavi ve daha doğrusu
hayata devam edebilmek pek mümkün değildir. Bu yüzleşmeyi sağlayabilmek, bir
yandan da anlatı oluşturabilmeyi gerektirir. İşte bu anlatı araçlarından biri
de sinemadır.
Bu bölüm için daha
ayrıntılı bir okuma okularak daha önce yazdığım: ‘Devletin Aklı ile Hatırlamak’
yazısı incelenebilir.[ii]
2000lerin başından itibaren yoğun bir şekilde özellikle
80leri işleyen yapımlar çekildi ve bu filmler ciddi gişe rekorları kırdı. Bu
dönem sadece sinemada değil televizyonda da benzer dönem yapımları yer aldı,
diziler çekildi. Bu dönem sadece kurgusal hikayelerle değil, belgesel
yapımlarla da devam etti. 2000lerin ortalarına doğru ise popüler TV
yapımlarıyla bu sefer daha çok 90larda yaşananların “su yüzüne çıkarıldığı” iddaa edildi. Sonuç olarak bu dönemin
“yüzleşme” yapımları genel olarak son elli yılın Türkiye’sinde yaşanmış haksızlıkları,
suçları içererek bir tarih anlatısı sundular.
Bu yapımların o dönem bu kadar popüler oluşu, desteklenişi,
finanse edilişi veya hikayelerini anlatabilecekleri ortam bulabilmeleri
şüphesiz o dönemin siyasi atmosferinden bağımsız değil. Unutulmamalı ki bu
dönem aynı zamanda iktidardaki AKP’nin çok yaygın bir şekilde demokrat ve
liberal çizgide olduğunu, darbeciler ve derin devletle (halen devam ettiği
üzere) mücadele ettiğini iddaa ettiği, Eski Türkiye Karanlığı- Yeni Türkiye Aklığı
karşıtlığını da yavaştan dillendirmeye başladığı bir dönem.
Bu yapımların iyi veya kötü niyetli olmaları bu yazının
tartışmaya çalıştığı şey değil. Rahatsız edici olan, nasıl oluyor da 2000lerden
2010lara kadar bu kadar yoğun bir tarihsel yüzleşme yaşanıyorken bu yapımlar
son bir kaç yılda bıçak gibi kesiliyor. Anlatılacak hikayelerimiz mi bitti?
Bu tip yapımlar çoğu izlenince görülecektir ki bu yüzleşme
yapımları, işlenen suçları doğru, yanlış ortaya çıkarmakla beraber,
nostaljikleştiriyor ve onları geçmişe gömüyor. Örneğin, “geçmişte uyuşturucu
ticareti yapan, insan öldüren, hırsızlık yapan, sömürgeci, kirli bir yapı varmış,
artık yok; Savaş çığırtkanlığı yapan, faili meçhul cinayetlerin emrini veren,
demokratik çözüm gibi bir gündemimiz yok, savaşacağız diyen liderlerimiz varmış,
artık yok; İnsanlar eskiden köylerinden kovuluyormuş, göçe zorlanıyormuş,
ohaller yüzünden evine gidemiyormuş, artık öyle bir durum yok; Eskiden
siyasetçiler, gazeteciler, aktivistler tutuklanıyor, öldürülüyormuş,
akademisyenler susturuluyor, karanlık ilan ediliyormuş, öğrenciler
tartaklanıyor, politikacılar üniversitelere savaş açıyormuş, çok şükür böyle
şeyler hiç yok;” muş gibi bir etkileri var.
Bu yapımların sansürlenmemesi hatta desteklenmesi ile
siyaset açısından geçmiş geçmişte kalmış olarak gösterilirken bir yandan
şimdinin meşruiyetini de desteklemenin yolu açılmaktaydı. Mesela, Türkiye'de bu
yapımlarda geçen suçları işlediği için cezalandırılmış kişi ve kurum sayısı
halen yok denecek kadar az.
3a) Yeni Türkiye’de Yeni Hikayeler, Mitler ve Kahramanlar
Peki tekrar soralım, ne oldu da bu yapımlar 2010larla
beraber bıçak gibi kesildi? Bunun AKP dönemindeki kırılmayla (daha doğrusu bu
kadar görünür olmasıyla), gittikçe daha da despotlaşma, otoriterleşme, ve dillere
pelesenk “Güçlü Türkiye” miti ile nasıl bir alakası var?
Türkiye’de iktidar partisi özellikle kendi seçmen kitlesiyle
yıllar içinde güçlenen bir bağ kurdu. AKP yıllarca ezildiğini, kandırıldığını,
aşağılandığını düşünen bir kesime bir hayal satıyor:
“Eski günler geride kalıyor.Vesayet rejimi sona eriyor.”
“Yollar, köprüler, inşaatlar yapılıyor, devlet büyüyor,
devlet zenginleşiyor!”
“Halk zenginleşiyor (en azından bazıları zenginleşiyor sen
de bundan pay alabilirsin).”
“Devlet büyüyor, dünya gücü oluyor, yüce Osmanlı yeniden
inşa ediliyor.”
“Millet egemen oluyor: Tek Millet, Tek Devlet, Tek Bayrak
geliyor.”
Bu cümleler tanıdık:
"Adolf Hitler'in Yolları" "Tek Halk, Tek Devlet, Tek Lider"
"Yeni Almanya" "Tek Millet Tek Lider Tek 'Evet' "
"Yeni Almanya'yı Selamlıyoruz!"
"Sen Almanya'sın!"
Yukarıdaki fotoğraflardan da görülebileceği üzere bu
propaganda taktiği yaratıcı değil, ama halen işe yarıyor. Kitleler AKP’ye
özellikle de Tayyip Erdoğan’a inanıyor, güveniyor. Bu hayali satan, herkese
posta koyan, tuttuğunu koparan, kavgadan
kaçmayan (ama dün söylediğini işine gelirse bugün unutacak kadar akıllı) ve her
şeyden önemlisi güçlü bir liderin
peşinden sürükleniyor. Ona karşı libidal bir sevgi hissediyor. [iii]
Güçlü Lider=Güçlü Devlet=Güçlü Millet
Tek Millet=Tek Devlet=Tek Bayrak=Tek Adam
Bu denklem, AKP’nin yaptığı bütün seçim, referandum
çalışmalarında yer aldı. Bütün propaganda videolarında bu işlendi.
Yani artık AKP’nin kendi meşruiyeti için geçmişle yüzleşmeye
eskisi kadar ihtiyacı yok. O artık kendi iktidarını elinde tutuyor.
Diğerlerinin elindekini de istiyor, talep ediyor. Hep daha fazlasını isteyen
bir topluma, ona göre bir uyuşturucu verilmesi gerekiyor.
İşte bu yüzden de son yıllarda sayısı iyice artan “Süper
Osmanlı” filmleri ve dizileri bu noktada daha da dikkat çekici oluyor. Yeni
Türkiye’de büyük paralar harcanarak FETİH 1453 gibi gişe rekortmeni filmler,
Muhteşem Yüzyıl gibi dünya çapında reyting rekortmeni diziler çekiliyor. Osmanlı’ya
ait mitler tekrardan üretiliyor ve sahipleniliyor. Türklerin bir zamanlar ne
kadar kudretli oldukları kitlelere anlatılıyor. Kitleler “sen muhteşemsin, sen süpersin,
sen önemlisin” denerek pohpohlanıyor. Onlara “istersen tekrar dünya gücü
olursun” hayali satılıyor. Bu furyayın en başarılı yapımı Muhteşem Yüzyıl bile
Muhteşem Süleymanı çelişkileri ve romantik ilişkileri ile insanlaştırıldıkça
kitleler sinirleniyor, iktidar tarafından bu yapımlar tehdit ediliyor[iv].
Biri bitmeden yenisi çıkan Osmanlı dizilerinin ardı arkası kesilmiyor.
Fakat sadece geçmişi yeniden üretmek yetmiyor, aynı zamanda
yeni kahramanlar da üretmek gerekiyor.
3b)Recep İvedik ve Polat Alemdar Fenomenleri
Türkiye’nin son on beş yılının televizyon ve sinema
yapımlarından çıkan en popüler iki karakteri: Recep İvedik ve Polat Alemdar.
Birisi her çektiği filmle kendi rekorunu aşmakta olan diğeri ise televizyonun ve yer yer sinemanın gişe
rekorları kıran bir yapımının baş karakterleri.
Recep İvedik’ten başlayacak olursak, Ekşi Sözlük yazarı
“order from chaos”’ın yazısındaki başarılı betimlemesinden bir bölüme bakalım[v]:
...
Recep
İvedik’in gerçeği de filmi de AKP Türkiyesi’nin ürünüdür. Recep İvedik ne
yapar? Kendine göre (çoğunlukla da dış menşeli) teamülleri olan bir ortama
girer ve o teamülleri tanımaz, yıkmaya çalışır. Muhakkak kendisine kıl olan
"ibne kılıklı geziciler", "vesayetçi elitler" olacaktır,
fakat Recep İvedik onları safdışı bırakarak kendi tarzını ortama kabul ettirir.
Burada bu filmlerdeki sorunun kabaca bir görüntü kirliliği olmadığını anlamak
lazım. Bu filmlerde kaşınan şey çok bildiğimiz bir şeydir. Recep, toplumun
“elit” kabul edebileceği pek çok mekana gider. Örneğin bir reklam ajansına,
sushi lokantasına, yoga salonuna, golf oynamaya, sosyetik davetlilerin olduğu
şık bir partiye, üniversitede bir derse, kütüphaneye, tiyatroya… Ve tüm bu ortamlarda
mekanın dokusuna uyumsuzluğu çiğ bir zenofobi eşliğinde gözümüze sokulur. Recep
bu uyumsuzluğu mahcup bir boyun eğmeyle geçiştirmez, talep eder, talebi
karşılanmazsa mekanın müesses nizamını bozar. Starbucks’ta çay, sushi
lokantasında ekmek ister, ekmek olmadığı cevabını alınca garsonu azarlar. Bir
bilgisayarı parçalar. kütüphanede görevliyle tartışır. golf sahasında birine
levyeyle saldırır. Kostüm partisinde birine bulaşır. Üniversitede hocayı
azarlar. Tiyatroda sahneye atlar, oyunun akışını bozarak ortamı kendisi domine
eder. Recep'in girdiği ortamlar her zaman böyle olmak zorunda değildir. Bu
ortam bir gün anayasal mekanizmalar olabilir, karşı koyduğu teamüller; o
şekilde işlemesi gereken yargı mekanizması olabilir. Bir gün gıda kodeksine
savaş açabilir. Kamu ihale kanununa karşı çıkabilir. Bunların gereksizliğini
belirten, bunları çabuk çabuk atlamak isteyen bir zihnin bayraktarı olabilir. Teamülü
destekleyenler arasında, mevcut ortamda hiç bir zaman Recep'in ne kadar
aptal,cahil bir hanzo olduğunu üst perdeden dile getirip onu rezil eden onu
bozacak olan, ona baskın olan biri çıkmaz. Recep, üniversiteli gençlerin
ensesine tokadı basar. Gençler ona teslim olur. Ortamda her zaman üstünlüğünü
kurar.
...
Bu okumayı yanlış bulan ve çok abartmamak gerektiğini düşünen
Recep İvedik’in Şaban gibi popüler karikatür Türk sinema karakterlerinden biri
olduğunu iddaa edenler de oldu. Fakat ikisini karşılaştıracak olursak, Şaban
karakteri bizzat Kemal Sunal’ın kendi yüksek lisans tezinde de incelediği gibi
düzeni, kitleyi, devleti karşısına alır, ona şarlo-vari bir terörle karşılık
verir ve anarşiyi bu düzene egemen getirir.[vi]
Örneğin, Şaban Türk Sineması’nın ilk korkak askeridir. Şaban’ın anarşistliği, tutunma
uğruna her türlü pisliği yapacak olan düzen tiplerine, ağalara, paşalara, apartman
yöneticilerine, komutanlara, siyasilere, valilere, patronlaradır ve varlığıyla
onların yürütmeye çalıştığı düzeni yıkar. Onun küfrü de mücadelesi faşo ağaya,
başlık parasına, sempatisi ise emeğe ve özgürlüğedir.
Polat Alemdar’a gelecek olursak... Kurtlar Vadisi gene AKP Türkiyesi’nde
palazlanan bir fenomen. 2003’den beri çeşitli isimler(Kurtlar Vadisi, Kurtlar
Vadisi Terör, Kurtlar Vadisi Pusu) ve filmlerle(Kurtlar Vadisi Irak, Kurtlar
Vadisi Gladyo, Kurtlar Vadisi Filistin) vizyonda. 400’e yakın bölümü çekildi ve
nerdeyse 400 bölümdür her hafta yayınlandığı gün reytingleri alt üst ediyor.
Kurtlar Vadisi’nin sinema filmleri de her çekildiği dönem gişe rekorları kırdı.
Şu anda ise Pana Film ekibi 15 Temmuz Darbe girişimini anlatan bir film
çekmekle uğraşıyor.
Kurtlar Vadisi’nin yarattığı Polat Alemdar karakterin
gelişimi dikkate değerdir. Kurtlar Vadisi hikaye olarak bir devlet içi
hesaplaşma ile ilgilidir. Derin devleti, mafyayı anlatır. Bir grup fedai, devlete
sızmış grupları etkisiz hale getirir, mafyayla savaşır, ülkesi için canını
vermeye her an hazırdır. Dikkat edilirse grup kelimesini özellikle kuruyorum.
Çünkü 2003’den beri Türkiye nüfusunun önemli bir çoğunluğunun her hafta evine
giren Kurtlar Vadisi sadece Polat’ı değil; Çakır, Memati, Abdulhey, Aslan Bey gibi diğer
kahramanları da yaratmıştır. Fakat bu aile üyeleri yavaş yavaş ortadan kalkar.
Önce Çakır ölür ve Polat tek lider olarak ortaya çıkar, Aslan Bey’in ölümü ile
de hocasız kalır. Yıllar içinde ise diğer tüm karakterler bir şekilde Polat’ın
yanında gittikçe daha da pasifleşir ve en sonunda diziden ayrılırlar. Polat
artık tek liderdir. Bir ekiple çalışıyor olsa da o büyük kahraman
özellikleriyle tüm bu ekibin temsil ettiklerinin, yapabileceklerinin vücut
bulmuş halidir. Polat artık hikaye içinde de seyircisinin gözünde de ilahlaşmış
daha doğrusu doğrunun, hakkın temsilcisi, muhteşem insan olarak bir nevi
peygamberleşmiştir. Gerçekten de Polat, ilk sezonlarda mafya ve derin devletle
mücadele ediyorken artık ,Türkiye’ye içten zarar verenlerle mücadeleyi hemen
hemen sonlandırmış, dışarıdan gelen illimünativari süper anti kahramanları içinde
barından mistik, gerçek dışı bir düşman ile mücadele etmektedir. Polat, Türkiye
için bütün dünyayla , tüm dış mihraklarla, ordularla savaşmaktadır. Üstüne
üstlük o ölümsüzdür. Asla ölmez. Daha doğrusu, her sezon şaşmaz şekilde öldüğü
ima edilir ve bir sonraki sezon mucizevi bir şekilde hayatta kaldığı anlaşılır.
Polat yeniden doğumun mesihvari bir kahramanın doğru, mert, korkusuz, savaşçı
ve Türk halidir.
Şaşırtıcı olmayan bir şekilde AKP kadrosu içinde (Erbakan’ın eski talebeleri) Tayyip Erdoğan’ın ciddi yükselişi de buna paralellik gösterir. Bir
kadro projesi olan AKP’de Tayyip Erdoğan dışında hiçbir ciddi aktör, lider
potansiyeli taşıyan karakter kalmamıştır. Hocası da artık tarihe gömülü haldedir.
Kasımpaşalı, Polat Alemdar gibi kendi takipçileri gözünde ilahlaşmıştır. O
yenilmezdir. Milleti onun yenilmesine izin de vermeyecektir. Çünkü millet Menderesi asanlara, Özalı
zehirleyenlere Tayyib’i yedirmeyecektir. Hatta Tayyip Erdoğan’ın temsil ettikleri
ve özellikle son referandum çalışmalarıyla daha da fazla dile getirdiği
şekliyle Menderes’ten bile yıllar öncesine
200 yıl öncesine dayandırılıyor artık. Tayyip Erdoğan (AKP değil, bizzat
kendisi) Abdulhamit’in temsilcisi, 200 yıllık “İttihat ve Terakki Vesayeti” ile
savaşan bir “gerçek millet” mitinin vücut bulmuş hali olarak görülüyor. O da
Polat Alemdar gibi son peygamber. Artık Tayyip Erdoğan ile Türklük, İslam,
Bayrak, Devlet birbirinden ayrı düşünülemez durumdadır. Tayyip Erdoğana
muhalefetin vatan hainliği ile eşdeğer olduğu, Tayyip Erdoğan’ın gitmesinin
devletin yıkılması demek olarak görüldüğü bir dönemi geçiriyoruz.[vii]
4) Önce Savaş Sonra Anlat
Peki yeni Türkiye bir yandan kendi karakterlerini ve
mitlerini yaratıyorken kendi içinde bulunduğu savaşı nasıl hikayeleştiriyor? Devlet
kanalları haberlerle, belgesellerle zaten yürüttüğü savaş için bir propaganda
yapıyor.
Daha ayrıntılı bir
okuma için daha önce yazdığım “Devletin Gözünden Şahit Olmak” isimli yazı
incelenebilir.[viii]
Fakat iktidar sahiplerinin kendi savaş hikayelerini üretme
zorunluluğu var. Sadece belgesel film çekerek, haberlerde bölgeyi göstererek
meşruiyetini sağlaması mümkün değil. Savaşın yarattığı ciddi yıkımın
meşruluğunu ispatlamak için için bu felaketin haklılaştırılması, hikayeleştirilmesi,
yeni (daha doğrusu tekrar ve tekrar üretilen) mitler ve karakterler üretilmesi
gerekiyor.
Bunun için de inanılmaz derecede acele ediliyor. Daha
bitmemiş savaşların hikayeleri anlatılıyor, senaryosu yazılıyor, filmleri ve
dizileri çekiliyor. Düşününce şu an muhtemelen yoğun bakımda olan bir gazinin
hikayesini daha o uyanıp kendi hikayesini anlatamadan akşam anahaberlerden
sonra bir dizi şeklinde ekranda görmek ayrı bir inceleme konusu.
Ben bu yazıyı yazarken o dizileri çekenler kadar acele edip
bir okuma yapmak istemiyorum. Fakat olana dair fikir vermesi açısından Özcan
Kırbıyık’ın gazetekarınca’daki yazısından[ix]
doğrudan bir kaç alıntı yapmak istiyorum:
....
Geçmiş
dönem içinde, Cemaat’in kanalı olan Samanyolu TV’de “Tek Türkiye”, “Şefkat
Tepe” gibi dizler yayınlanıyordu. Bu dizlerinin temel trabzanı kaba bir
dini-militarist dayanaktı. Bu dizilerde kaba anlamda; Kürt ulusal değerleri,
Türk-İslam bakış açısıyla “haram” ve “gayri millilik” olarak aksettirilirdi.
Son günlerde yayınlanan dizilerde ise Türk-İslam sentezinin son derece ince bir
şekilde işlendiği görülmektedir.
....
Geçtiğimiz
bir sene içinde Kürt illerinde büyük bir yıkımla sonuçlanmış ve BM’nin de
raporladığı kent savaşlarının ardından TSK’nın “kahramanlığını” işleyen diziler
art arda yayımlanmaya başlandı. Bu diziler; Fox Tv’de “Savaşçı”, Star TV’de
“Söz”, Kanal D’de ise “İsimsiz” adlarıyla dolaşıma sokulmuştur. Adı geçen
dizilerin, kapitalist piyasa düzeni içinde sadece daha fazla kar ve reyting
hırsıyla mı yapıldığı, yoksa bunun yanı sıra bölgede devletin bütün ideolojik
aygıtları vasıtasıyla meydana getirilmiş olan “çöktürme siyaseti”nin
meşrulaştırılmasına dönük tarihsel anlatımın inşasını da mı amaçladığı
tartışılmalıdır.
....
Ama
esas mesele egemen bir devletin kendi egemenlik sahası içinde yer alan
şehirleri her on yılda bir yeniden fethetmesidir. Ve bununla birlikte bu
fetihler sonrasında yeni bir mitos inşa etmek arzuna girmesidir. Hatırlanacak
olursa, 38 Dersim harekâtında da bu kahramanlık hikayesi Tan vb. gazeteler
yoluyla inşa edilmek istenmişti. Ama sonuç yine dönüp dolaşıp aynı bölgelerin
yeniden fethedilmesi uğraşı üzerine çakılıp kaldı. Bu yüzden Kürt coğrafyası
Türk devleti için sürekli bir fetih alanı haline gelmiştir.
....
Son
günlerde dolaşıma giren bu dizilerin de nihai amacı rüştünü ispat ettiğini
düşünen iktidarın, halka ulaşma isteğinden ileri gelmektedir.
...
Bu
filmler/diziler/belgeseller yalnızca egemenlerin hasım olarak belirlediği
kesimlere karşı yapılan bir psikolojik ve tarihsel anlatım üstünlüğü kurma
girişimi değil, aynı zamanda sermaye girdisinin de olduğu bir endüstri hareketi
olagelmiştir.
...
5) Kendin yap, Kendin Çek, Kendin Kazan
Unutulmaması gereken diğer bir mesele de şu: Sinema,
Televizyon para kazandırır. Üretimler zaten çok konuşulanın, arzu nesnesi
haline getirilen mitlerin, karakterlerin ve hikayelerin etrafında döner. Çünkü
bunlar izlenir, reyting yapar sonunda da sermaye sahibi zenginleşir.
2002’den beri Türkiye sadece sosyal, politik değil aynı
zamanda ekonomik bir dönüşüm de geçiriyor. Daha doğrusu parayı yöneten sınıf ve
kimlikler değişiyor ve dönüşüyor. Yeni Türkiye, yeni sermaye sahiplerini
üretiyor, eskileri de biat etmeye zorluyor. AKP gücünü sadece politik
söyleminden değil bu kurduğu ekonomik ilişkilerden de alıyor. Bu noktada Türkiye’de
sinema sahiplerinin, dağıtımcı şirket sahiplerinin, film/dizi şirketi sahip
sahiplerinin, televizyon kanalı sahiplerinin kim olduklarına ve bunların hükümetle nasıl
ilişkileri olduklarına baktığımız zaman hiç de şaşırtıcı olmayan tablolar
çıkıyor.
Fakat bir yandan da tüm ekonomik imkanlarına, politik
güçlerine ve baskılarına rağmen muhalif ve veya entellektüel yapımlar yapılmaya
devam ediyor, festivaller organize ediliyor. Buna da bir çözüm bulmak
zorundalar. Küçük bir google taraması ile bile bu alana nasıl alternatif
üretilmeye çalışıldığı görülebilir. Kültür Bakanlığı artık desteklerini çok
daha dikkatli yapıyor; belediyeler, ortaya yeni çıkan sinema kurumları yerli
değerleri, yerli mitleri, yerli hikayeleri destekleme iddaasıyla kendi
yarışmalarını düzenliyor, kendi kitaplarını, dergilerini çıkarıyor. Kendi
üniversitelerinde açtıkları Sinema ve Televizyon bölümleriyle kendi
sinemacılarını yetiştiriyorlar. Kendi okullarında kendi entellektüellerini,
sanatçılarını örgütlemeye çalışıyorlar. Kendi organize ettikleri festivallerle
de hegomanyalarını daim etmek istiyorlar. Yeni Türkiye’nin “entellektüelleri”
ve ”yapımcıları” hem kendi rüştlerini ispatlamak hem de bu piyasadan da daha fazla para
kazanmak istiyorlar.
Bir yandan bizzat Yeni Türkiye Sinemacıları bunları yapmaya çalışırken, eski dönemin (daha doğrusu her dönemin) medya ve film şirketi sahipleri de bir bir biat ediyor.
Yazının sonuç bölüme doğru yazının başındaki döneme, Alman Film Endüstrisine geri dönelim. Günümüzle bazı paralellikler görebileceğimiz bir döneme bir de bu açıdan kısaca göz atalım.
6) UFA Örneği ve Nazi Sineması
UFA, 18 Aralık 1917'de, Almanya'da yerli film sayılarını arttırmak ve son derece popüler sinema piyasasından payını çıkarmak amacıyla kurulmuş bir film şirketiydi. UFA eski bir Deutsche Bank yönetim kurulu üyesi olan Emil Georg von Stauß başkanlığında kuruldu. 1933'e kadar da halen sinema tarihi kitaplarında okutulan en önemli filmler bu stüdyonun imzasıyla çıktı.[x]
1925 yılında finansal baskılar, UFA'yı Paramount ve Metro-Goldwyn-Mayer adlı Amerikan stüdyolarıyla dağıtım anlaşmaları yapma zorunluluğuna itti.
Nazi rejimi ülkedeki sermaye sahiplerini destekledi, özellikle ilk dönemlerinde direk film şirketlerini almaya çalışmadı. Onun yerine film yapım şirketlerine ve ürettikleri filmlere gerek sansür gerek maddi baskılar uygulayarak sinemayı yerlileştirmeye çalıştı ve başarılı oldu.
UFA, o dönem sinema salonlarında (film gösterimlerinden önce) yayınladığı haftalık haberlerle (bu sırada Die Deutsche Wochenschau ("Alman Haftalık Gözden Geçirme") uygulamaya sokulmuştu) Nazi propagandasının bir aracı olarak kullanıldı.
Naziler ardından yavaş yavaş küçük şirketlerden başlayarak piyasayı ele geçirmeye başladı. Mart 1927'de, etkili bir Alman medya girişimcisi ve daha sonra Hitler'in kabinesinde Ekonomi, Tarım ve Beslenme Bakanı olan Alfred Hugenberg, UFA'yı satın aldı ve 1933'te Nazi Partisine devretti.
Bu tarihle beraber Almanya'da Naziler sinemayı tamamen ele geçirdiler ve Alman halkına bir hayal satarken sinemayı çok etkili bir şekilde kullandılar.
Naziler'İn kontrolünü eline aldığı Alman sinemasının Leni Riefenstahl gibi kaydadeğer isimleri gerek belgesel gerek kurgusal filmleriyle provakatif bir dil kullandı. Bu anlatım; nasyonal sosyalizm düşüncesinin tüm yurt genelinde kitleselleşmesi açısından büyük bir önem taşıyordu. Riefenstahl başta olmak üzere sinemacılar ülkedeki Alman milliyetçiliğini yücelten, partinin ve Goebbels’in öncelikle amaçladığı ‘halkın kendine güvenme’ hedefini yerine getiren filmler çektiler. Öncelikle halkın ariliği ve yüceliği hakkında halk pohpohlandı ve ‘iç ve dış mihraklar’ betimlendi.
Yeni ‘millet/vatandaşlık’ tanımı, dışlanan diğer mihrak ve vatan hainlerine ait özellikler karşısında yüceltildi, idealize edildi, ardından yapılacak insan tanımına dışlanan kesimlerin uymadığı savı ortaya atılabildi. Bu "bizden olmayan" kesimlerin hor görülmesi, bütün bu düşünsel sistemin devletçi ideolojiden halk ideolojisine dönüştürülmesi sinema sayesinde gerçekleştirilebildi.[xi]
Bu tarihle beraber Almanya'da Naziler sinemayı tamamen ele geçirdiler ve Alman halkına bir hayal satarken sinemayı çok etkili bir şekilde kullandılar.
Naziler'İn kontrolünü eline aldığı Alman sinemasının Leni Riefenstahl gibi kaydadeğer isimleri gerek belgesel gerek kurgusal filmleriyle provakatif bir dil kullandı. Bu anlatım; nasyonal sosyalizm düşüncesinin tüm yurt genelinde kitleselleşmesi açısından büyük bir önem taşıyordu. Riefenstahl başta olmak üzere sinemacılar ülkedeki Alman milliyetçiliğini yücelten, partinin ve Goebbels’in öncelikle amaçladığı ‘halkın kendine güvenme’ hedefini yerine getiren filmler çektiler. Öncelikle halkın ariliği ve yüceliği hakkında halk pohpohlandı ve ‘iç ve dış mihraklar’ betimlendi.
Yeni ‘millet/vatandaşlık’ tanımı, dışlanan diğer mihrak ve vatan hainlerine ait özellikler karşısında yüceltildi, idealize edildi, ardından yapılacak insan tanımına dışlanan kesimlerin uymadığı savı ortaya atılabildi. Bu "bizden olmayan" kesimlerin hor görülmesi, bütün bu düşünsel sistemin devletçi ideolojiden halk ideolojisine dönüştürülmesi sinema sayesinde gerçekleştirilebildi.[xi]
[i] Siegfried
Kracauer, From Caligari to Hitler: A Psychological History of the German Film,
1947
[x] Film History: An Introduction, Kristin Thompson, David Bordwell, 1994
[xi] Onur Atay, Nazi Dönemi Alman Propaganda Sineması: Kitleselleşme ve Yıkım, Gayrı Dergisi, 2011
[xi] Onur Atay, Nazi Dönemi Alman Propaganda Sineması: Kitleselleşme ve Yıkım, Gayrı Dergisi, 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder