30 Mart 2016 Çarşamba

İlk Denemeler


İlk Hikaye Taslakları








Ben "Ordaydı"
Yaşlandı ve saçları döküldü. “Ben” ordaydı. Bedeni donduruldu. “Ben” ordaydı. Arta kalan beyninden yüzler ve hikayeler de silindi. “Ben” ordaydı. Geriye birler ve sıfırlardan duygular, tutkular ve fikirler kalmıştı. “Ben” ordaydı.

--------------------------------------------------------
İlk Senaryo Taslakları






Linkler-Diğer

https://www.youtube.com/c/barantekay

http://kisafilmsalgini.blogspot.com.tr/

26 Mart 2016 Cumartesi

Baydara Edra'nın Kaderi


İzmir 12. Film Festivali, Kurmaca Kısa Filmler ve Ekip Ödülleri, Sanat Yönetimi Ödülü. 2012 

Buradayım Öğretmenim

Yüz otuz sekiz...
Burada!
Yedi yüz otuz beş...
Burada!
Bin iki yüz elli dört...
Burada!
Üç yüz on altı...
Burada!
İki bin altı yüz üç...
Burada!
Bin yüz elli altı...
...
Bin yüz elli altı?



''Gelecek istasyon. Sanayi Mahallesi. Seyrantepe yönüne gidecek yolcularımızın yürüyen merdivenleri kullanarak Seyrantepe peronuna geçmeleri gerekmektedir. Next station. Sanayi Mahallesi...''

İnmem gerek artık. Yarıda bıraktım oyunu ama olsun. Bir yere yetişmem lazım.

Ben de metroda kafam yerde yolculuk edenlerdenim. Önümde onlarca ayakkabı… Kimi ciddi kimi eğlenceli, kimi mutlu kimi üzgün, kimi zengin kimi fakir, kimi çocuk kimi yaşlı… Sahiplerinin yüzlerine bakmadığımdan emin değilim, ama bazıları benim çocuklar olsa gerek. Bir yıl önceki, on sene önceki, otuz sene önceki çocuklarım.

Elli altı yaşında bir öğretmenim ben. Bu yıl son yılım. Bugün son öğretmenler günüm. Kimine göre erken bir yaş emekli olmak için. Ama bu kadar yeter bana. Verdiğim sözü tuttum. Bir yere yetişmem lazım.

Koskoca öğretmenim ama bıkmıyorum oyundan, oynamaktan. Birini bitiriyor, diğerine başlıyorum. Mesela, az önce yarıda bıraktığım oyun: yoklama almaca. Metroda ayakkabılarından, otobüste sırtlarından, sokakta saçlarından tanıyorum çocuklarımı. Ne yaptıklarını, nasıl yaşadıklarını bulmaya çalışıyorum. Üstelik onlar olduklarından emin de değilim. Bazen tutturuyor çoğu zaman da yanılıyorum. Ama önemli değil ki. Asıl mesele oynamak zaten.

Örneğin: Bin iki yüz elli dört. Henüz lise ikide. İlkokul beşinci sınıfa kadar ben büyüttüm onu. Anladığım kadarıyla sporcu. Beden derslerinde tüm sınıfı toplayıp futbol oynatmasından belliydi tabi. Onun sağında da üç yüz on altı: İlk öğrencilerimden. Gelmiş otuz küsur yaşına. Mühendis olmuş, hali vakti yerinde. Evlenmiş, iki ay önce de çocuğu olmuş. Bir an evvel eve gitmenin peşinde. En solda yüz otuz sekiz: Yirmili yaşlarının ortasında. Yorgun bir hali var ama dimdik duruyor. İşçi. Baba mesleğini devralmış, ekmeğini kazanıyor. Hemen onun sağında yedi yüz otuz beş: Canım kızım benim. Hep istemişti doktor olmayı. Başarmış da. Daha mesleğinin ilk yıllarında… Ne güzel bir el yazısı vardı, bozmamıştır umarım. Peki ya bin yüz elli altı? Ses çıkmıyor. Kimse oturmuyor onun yerinde. Bomboş duruyor orası öyle. Doğru ya Ali Osman o, arkadaşım olur. Bir yere yetişmem lazım.

On bir yaşındayım. Gene bir sabah okul yolundayım, Ali Osman'la beraber tabii. Kollarımızı birbirimizin omuzlarına atmış yürüyoruz. Dünyada bizden arkadaşı, bizden dostu, bizden kardeşi yok. Okula beraber gidiyor, okulda beraber oturuyor, okuldan beraber dönüyoruz. Aynı dersi seviyor, aynı dersten nefret ediyoruz. Beraber yemek yiyor, beraber su içiyoruz. Aynı kızı seviyor, aynı takımı tutuyoruz. Beraber Tom Mix okuyor, beraber Taş Devri izliyoruz. Giydiğimiz aynı, ayakkabımız aynı, çantamız aynı. Oynadığımız oyunlar aynı.

Ne çok seviyoruz oynamayı. Saklambaç, yakalamaca, köşe kapmaca; bilye, top oynamaca değil sadece. Her şeyimiz oyun bizim. Yürürken, koşarken, zıplarken, okurken, yazarken, izlerken, uyurken, yıkanırken, yerken, içerken, nefes alırken oyun oynuyoruz.

Ama en çok arabalarla oynuyoruz. Aynı arabanın hayalini kuruyoruz. Gerçi Ali Osman daha çok anlıyor arabadan. Babası oto tamircisi ne de olsa. O yüzden en güzel arabaları Ali Osman görüyor önce. “Bir gün ben de bineceğim bu arabalara.“ diyor. “Hatta ne binmesi… Ben yapacağım onları. Uçan araba yapacağım oğlum! Jetgillerin bindiklerinden var ya hani… Keşke büyüsek hemen.”

Yoldayız, okula gidiyoruz Ali Osman’la. Kollarımız birbirimizin omuzlarında. Önce sıraya giriyoruz. Andımızı okuyoruz. Kocaman okul kapımızdan geçiyor, sınıfımızdan içeri giriyoruz. Sıramıza oturuyor, öğretmenimizi bekliyoruz.

Celil Öğretmen’i bekliyoruz. Yüce Öğretmenimizi… Adaşım olur kendisi. Ben onun kadar yüce değilim tabi. Yaşım yaklaşık beşte biri, boyum yaklaşık üçte biri. Celil öğretmen eli sopalılardan… Çıt çıkmaz dersinde. Sebebi sevgimizden mi saygımızdan mı korkumuzdan mı bilinmez. Her şeyden önemlisi, Celil öğretmenin vurduğu yerde gül bitmez. Bağırdı mı yaprak titremez. O “otur” der oturur, “kalk” der kalkarız. O “sus” der susar, “konuş” der konuşuruz. O öğretir, biz dinleriz; o bilir, biz bilmeyiz.  Çalışkan ya da tembel fark etmez, Celil Öğretmen’den fiske yemeyen dersten geçemez.

Korkusundan o yokken bile sessiz sınıf. Tam zamanında giriyor içeri. Hepimiz ayaktayız. 'Oturun!' diyor. Oturuyoruz. Yoklama alıyor, “Buradayım.” diyoruz. “Çıkarın defterleri!” diyor, çıkarıyoruz. Ve bekliyoruz. Dayak sıramızı bekliyoruz. Ödevini eksik yapanların bazen favorilerini çekiyor, bazen kulaklarını büküyor Celil Öğretmen. En sonunda sıra bize geliyor. Önce ben gösteriyorum ödevi. Tamamını yapmış olmamın ödülü olarak ne favorim çekiliyor ne kulağımı bükülüyor. Ali Osman ise evde unutmuş defteri. Korkuyorum. Hissediyorum, tüm sınıf benimle beraber korkuyor. Ali Osman o an ne halde kimse bilmiyor. Tahtanın önüne geçiyorlar beraber. Tek kelime etmiyor Celil Öğretmen. “Nerede defterin?”,  “Evde mi unuttun?” “Ödevini yaptın mı, yapmadın mı?” diye bile sormuyor. Ali Osman’ın gıkı çıkmıyor. Ve cezası gecikmiyor.  Önce sol yanağına iniyor tokat. Ali Osman'dan bir ''Ah!” çıkıyor. Sağ tarafına iniyor tokat. Çıkan sesten benim yüzüm acıyor. Bir daha soluna iniyor tokat, sonra sağına, sonra soluna, sonra sağına, sonra tekrar soluna, sonra tekrar sağına… Ali Osman’dan ses çıkmıyor artık. Doymuyor, sopasını alıyor eline Celil Öğretmen. Göğsüne vuruyor Ali Osman’ın. Sırtına vuruyor, koluna, eline, ayağına, bacağına, her yerine vuruyor. Son noktayı da tekme ile atıyor. Yere düşüyor Ali Osman. Biraz bekliyor. Celil Öğretmen’in daha fazla vurmayacağını anlayınca sıraya doğru geliyor. Oturuyor. Celil Öğretmen de ödev kontrolüne devam ediyor. Ali Osman'dan hıncını almış olacak ki diğerleri, ellerine yedikleri sopa ile kurtuluyor.

O gün çıkmıyor bir daha Ali Osman’ın sesi. Dersi dinliyor, tahtaya bakıyor tüm gün. Teneffüste de oturuyor sırasında öyle. Ne benle ne de başkasıyla konuşuyor. Ders çıkışı kaçıyor sınıftan. Ben ise arkasından bakakalıyorum sadece. Gidemiyorum yanına.  Koşmalı mıyım ardından, atmalı mıyım kolumu omzuna, ağlamalı mıyım onunla bilmiyorum. Bir daha da öğrenemiyorum zaten.

Ne o gün, ne ertesi gün ne de ondan sonraki gün görüyorum Ali Osman'ı. Sınıfta her ''bin yüz elli altı'' dendiğinde sessizlik oluyor. Celil Öğretmen’in attığı tokatları, tekmeyi, vurduğu sopaları hatırlıyoruz hep beraber bin yüz elli beş ile bin yüz elli yedi arasında. Bir süre sonra da söylenmiyor o numara.

Dünyada bizden yakını yoktu. Ali Osman benim arkadaşım, dostum, kardeşimdi. Ama bir daha aramadım sormadım onu o günden sonra. Evini de babasının iş yerini de iyi biliyordum hâlbuki. Utandım belki. Belki de korktum. Ne diyeceğimi, onun yerinde olsaydım ne yapacağımı öğrenmekten korktum. Nereye gittiğini, ne yaptığını, ne yapmaya karar verdiğini sormaktan korktum. Celil Öğretmen’den korktuğum gibi korktum Ali Osman’dan.

Bir sene sürdü onun yediği tokadın acısını unutmam. Çıktım bir gün yola, gittim evlerine. Annesi açtı kapıyı. Babasının yanında çalışıyormuş Ali Osman. Gittim oto tamirciye. Evet, oradaydı işte. O yaşında ustalaşmış. Her şeyden anlıyor, bütün arabaları o tamir ediyor sanki. Az kalmış uçan arabayı yapmasına. Uzaktan izledim onu kaportayı açarken, arabaların altına girerken elinde İngiliz anahtarıyla. Ama gidemedim yanına. Uzaktan izledim onu.

O sessiz ziyaretimden bir yıl sonra duydum Ali Osman'a olanları. O yaşta bir çocuk. Oto tamircide çalışıyor. Çok şey öğreniyor, boyundan büyük işlere kalkışıyor. Boyundan büyük işlere kalkışmasına müsaade ediyorlar. O çok sevdiği, uçmasını hayal ettiği arabalardan birinin altında can veriyor. İş kazası. O kazayı kim yaptı diye düşünüyorum günlerce: Ali Osman mı yaptı, babası mı yaptı, ben mi yaptım, Celil Öğretmen mi yaptı? Günlerce düşünüyorum. Günlerce ağlıyorum yatmadan önce. “Kimin kazasıydı bu?” diyorum. “Yaşıtım bir çocuğun oto tamircide bir arabanın altında ne işi var?” diyorum.

En sonunda buldum cevabı. Ve yemin ettim. Her gece yatmadan önce yemin ettim. Bu kaza bir daha gerçekleşmeyecek diye yemin ettim. Bütün hikâyeyi yeniden yazmaya yemin ettim. Öğretmen olacağım ben. Celil Öğretmen olacağım ben. Ama başka bir Celil Öğretmen… O sınıfta ben olacağım. Ali Osman ödevini yapmadığında ben olacağım onun öğretmeni. Ben konuşacağım onunla. Ben tutacağım onu sınıfta.

Çocuklarımı sınıfta tutma oyunu… Oynadığım oyunlardan bir başkası. Farkı: Otuz küsur yıldır oynuyorum. Ama az kaldı bitmesine. Gerçi küçük bir hile yapıyorum. Öğretmenler de hile yapar, evet. Hilem, acıtmamak canını çocuklarımın. Onları sınıfta tutabilmek için… Sadece bedenlerini değil, yüreklerini de acıtmıyorum. Karşı çıkan çok bana. “Bu yaştaki çocuklarla uğraşmanın başka yolu yok!” diyen çok. Ama ne yaparsın, oyun bu.

Çok şükür geldim oyunun sonuna kadar. Tuttum çocuklarımı sınıfta. Kazanacağım oyunu. Bugün dâhil her öğretmenler gününde daha fazla inandım kazanacağıma. Hatta “deliye her gün bayram” derler ya, bana da her gün öğretmenler günü. Her gün görüyorum çocuklarımı sınıfta. Gözlerinde görüyorum kazanacağımı. Fakat bitmedi her şey, oyunun bitmesine çok az kaldı. Bir yere yetişmem lazım.

İşte buradayım. Geldim tekrar. Ali Osman’ı en son gördüğüm yerdeyim. Orada işte. Çalışıyor canavar gibi. Başkasınınkini değil, kendi arabasını tamir ediyor sanki. Birazdan uçuracak arabayı. Ama daha erken Ali Osman! Büyümedin daha.

Gidiyorum yanına. Atıyorum kolumu omzuna. “Hadi oğlum, derse geç kaldık.” diyorum. O da atıyor kolunu omzuma. Yoldayız, okula gidiyoruz Ali Osman’la. Kollarımız birbirimizin omuzlarında. Önce sıraya giriyoruz. Andımızı okuyoruz. Kocaman okul kapımızdan geçiyor, sınıfımızdan içeri giriyoruz. Sıramıza oturuyor, öğretmenimizi bekliyoruz. Celil Öğretmen giriyor içeri. “Günaydın!” diyor. “Günaydın!” diyoruz. “Oturabilirsiniz!” diyor, oturuyoruz. O da oturuyor. Açıyor yoklama defterini. Bize bakıyor. Başlıyor sonra:

Bin yüz kırk sekiz...
Burada!
Bin yüz kırk dokuz...
Burada!
Bin yüz elli bir...
Burada!
Bin yüz elli üç...
Burada!
Bin yüz elli beş...
Burada!
Bin yüz elli altı...
Buradayım öğretmenim!

Inönü Üniversitesi 3. Uluslararası "Eğitimde Şiddet" Ana Temalı "Öğretmenin Öyküsü" Yarışması / Kitap Seçkisi / Yarışma 5.si