29 Mart 2018 Perşembe

Yeni başlayanlar için: İzlediğin, sadece bir “film” değil

http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/8813/yeni-baslayanlar-icin-izledigin-sadece-bir-film-degil#.WrzEXohuaUk

1.Bölüm

Şaşkın kedi bilgisayardaki sincabı gerçek sanıyor

Yazıya, muhtemelen birçoğunuzun izlemiş olduğu bir kedi videosuyla[i] eğlenceli bir başlangıç yapmak istiyorum.

Videoyu izleyemeyenler için: dizüstü bilgisayarda açılmış olan bir sincap videosuna bakmakta olan kedi, gördüğü görüntüyü gerçek sanıyor ve sincap ekranın yanından çıkar gibi olunca kedi de ekranın arkasına bakma ihtiyacını duyuyor.

Bu bana ailemde anlatılan bir hikâyeyi hatırlattı: Ablam da küçükken televizyonda film izlendiği zaman, tüplü televizyonun aralıklarından televizyonun içerisindeki insanları görmeye çalışırmış. Benzer bir kafa karışıklığının bende de oluştuğunu anımsıyor gibiyim.

Sinema tarihi okumalarında görülebileceği üzere ilk film gösterimlerinde seyirciler gördükleri karşısında büyülenmiş ve izledikleri hareketli görüntüyü gerçeklikten ayırt edememişlerdir. Hatta çokça anlatıldığı gibi perdede kendilerine doğru ilerlemekte olan bir tren görüntüsünü izleyen seyirciler sağa sola kaçışmışlardır. [ii]

Hareketli görüntüye alışık olmayan bir seyirci için -örneğin küçük bir çocuk, sevimli bir kedi ve ilk sinema seyircileri- izlediklerinin “sadece bir film” olduğunu anlayamamaları komik bir durum olabilir belki. Fakat günümüze yaklaştıkça seyircinin, izlediğinin sadece bir film olduğunu yeterince kanıksadığını iddia edebilir miyiz emin değilim.

Yeşilçam melodramlarındaki kötü karakterleri oynayan oyuncular sık sık sokaklarda gezerlerken ne kadar çok dayak yediklerini anlatırlar. Daha yakın bir zamandan çoğumuzun bildiği Kurtlar Vadisi örneğinde de insanlar Çakır’ın ölümünden sonra cenaze namazı kılmışlardı. Hatta Memati karakterini öldüren bir oyuncu da bu yüzden sokakta dayak yemişti.[iii] Bu seyirciler, belki ekranda gördüğü görüntülerden kaçmıyordu, ya da sinema perdesinin arkasına bakıp oyuncular orda mı diye merak etmiyordu ama gene de izledikleri filmler ile yaşadıkları hayat arasında ayrım yapmaları kolay olmuyordu.

Sesli filmler, renkli filmler, üç boyutlu filmlerin ardından şimdi de sanal gerçekliği yaşayabileceğimiz bir çağa giriyoruz. Bu cihazları ilk kez deneyen insanların nasıl da zorlandığını, kendini kaybettiğine tanık olabilirsiniz.

Peki, “daha bilinçli” izleyici kitlesi için durum çok mu farklı? Evet, birçoğumuz sinemada, televizyonda, bilgisayarda, telefonlarda, her türlü dijital ekranda izlediğimiz hareketli görüntülerin gerçek olmadığının farkındayız...

Mı acaba?

Bizi içine çeken, sürükleyici, beğendiğimiz bir filmi ele alalım. Bu filmi izlerken, kendi gerçekliğimizi çok rahat bir şekilde unuturuz. Hele ki sinema perdesinin karşısında, iyi bir ses sistemi ile izliyorsak. Film bittikten sonra oluşan o boşluk hissiyatı da oldukça dikkat çekicidir.
Çünkü sinema seyircisi fiziksel olarak hareketsiz olsa da duygusal olarak hareketlidir. İzleyici, izlediği filmle beraber bir yolculuğa çıkar ve ortalama iki saat boyunca izlediği karakterin duygularına ve maceralarına ortak olur. Filmin bitmesiyle o seyircinin kendi gerçekliğine dönmesi bu yüzden pek kolay olmaz. Filmi ister sinemada, ister evde izlemiş olalım, bu gerçekliğe dönme aşamasında sudan çıkmış balığa döneriz. Biraz zorlarsam, tüm maceranın, yoğun duyguların bittiğini ve kendi gerçekliğimize hapsolduğumuzu anladığımız o andaki kafa karışıklığını, şaşkın kedinin bilgisayarın arkasında sincabı bulamadıktan sonraki haline benzetebiliyorum ve gülüyorum.

 “Aman abartma, bu sadece bir film!”; “Öyle bir şey yaşadım ki ancak filmlerde olur!”; “Sen çok film izlemişsin, hayatın gerçekleri başka!” Ne kadar da çok duyuyoruz bu cümleleri.  Filmler sadece birer temsil, sadece bir hayal ürünü gibi kabul edilir. Hiyerarşide önce gerçek, ardından temsil gelir. Sanal olan, fantezi olan ikincildir, hayatın gerçekleri vardır. Peki, gerçekten de önce gerçek sonra temsil mi gelir, bu hiyerarşiden bahsedebilir miyiz? [iv]
Yazının devamında, öncelikle gerçek, temsil ve bunların kabul edilen hiyerarşisi üzerine konuşacağız. Ardından bir ideolojik aygıt olarak hareketli görüntülerin seyirci ile nasıl bir psikolojik ve disipline edici bir ilişkiye geçtiğine bakacağız.  

2. Bölüm

Gerçekler ve temsiller demişken[v]

Yaşadığımız gerçeklik, toplumsal, siyasi hayat nelerden oluşur? Önce harekete geçirilmiş, “gerçekten oluyor olan olaylar” vardır. Gerçekten bazı şarkılar söylenir, bazı konuşmalar yaşanır, bazı insanlar ölür, bazı yasalar çıkar, bazı savaşlar kopar. Fakat toplumsal olan sadece bu harekete geçmiş, yaşanmakta olanı içermez. Aynı zamanda potansiyelleri de içinde taşır. Yani harekete geçirilmek için bekleyen potansiyeli de içinde barındırır. Yani bazı şarkıların yazılması, bazı konuşmaların yaşanması, bazı insanların ölmesi, bazı grupların iktidara gelmesi, bazı yasaların çıkması, başka savaşların veya barışların yaşanması potansiyelini de içinde barındırır.

Sanat ve temsiller bu potansiyeli yaşatır. Onu prova eder. Onu gerçekliğe taşır. Resme, fotoğrafa, sinemaya; dile, edebiyata ve diğerlerine sadece fantezi olarak bakamayız. Onlar ayrıca bireylerin ve toplumların hem arzularını tatmin etme hem de korkularını tetiklemektedirler. Potansiyelleri harekete geçirmek için vardırlar. Gerçek olmasını istediklerimizi yaşatmak için sanat yaparız. Sanat fantezi olduğu kadar toplumsal gerçeklerdir ve toplumsal gerçekler de biraz fantezidir.

Neye inanıyor, niye inanıyoruz?

Thomas Hobbes, Leviathan’da kısaca insanların barış ve huzur içinde yaşamak istiyorlarsa, özgürlüklerini ve haklarını bir üst güce, akla, otoriteye temsil etmeleri gerektiğini iddia etmiştir.  Ona göre egemenin gücü ve egemenlik iddiası yasal olarak insanların yani yönetilenlerin onu öyle görmesinden kaynaklanır. Eğer yönetilen, kendisini yönetenin egemen olduğuna inanmayı keserse egemen olan hayatta kalamaz. [vi]

Ya da Benedict Anderson’un Hayali Cemaatler kitabında bahsettiği gibi kan bağı, aile ve dini cemaat yerine gelen Ulus kavramını düşünelim. Ulusu düşünürken beraberinde getirdikleri de hatırlayalım: “ulusal değerlerimizi”, “yerli ve milli değerlerimizi”... İnsanlar kurgulanmış bir cemaatin üyeleri olduğunu ve büyük oranda hiç görmediği ve görmeyeceği, tanışmayacağı insanlarla aynı ülküye, düşüncelere, duygulara sahip olabileceğini sanrısı ile yaşamaktadır.[vii]
İçinde yaşadığımız bu gerçeklikler bir illüzyondan ibaretse, fantezi olanın gerçek olandan sonra geldiğini nasıl iddia edebiliriz?

Peki, nasıl oluyor da biz bu illüzyonlara inanmaya devam ediyoruz? Bu aşamada ideolojik aygıtlar devreye giriyor.

Althuesser’e göre ideoloji daha o doğmadan bir bireyin düşüncesinin, yasayışının, hayat görüşünün belirlenmesinin toplumsal sağlayıcısıdır. İdeolojiyi, devletin ideolojisini insanların vicdanına yerleştiren her şey devletin ideolojik aygıtıdır. Örneğin ailenin kendisi, okullar, meslek örgütleri, dini yapılar, spor, medya, popüler kültür...

Bu aygıtlar içerisinden okulları düşünelim. Birçok diğer aygıt gibi okul zorunludur. Haftada beş gün sekiz saat sürekli okullarda propaganda yapılırken, öğrencilerin o mekânda bulunması zorunludur. Fakat yanılgı yaratmasın, ideolojik aygıtlar ve iktidar propagandasını her zaman zorla yapmaz.

Başka bir deyişle George Orwell’ın 1984’ü günümüzü o açıdan tam olarak betimleyemez, onun yerine Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünyası günümüze daha fazla uyarlanabilecek tasvirler yapar. Neil Postman, “Televizyon: Öldüren Eğlence[viii]” kitabında 1984 ve Cesur Yeni Dünya’yı, iki distopyayı karşılaştırır. Onun söyledikleri örneklerle özetleyecek olursak: “Orwell kitapların ileride yasaklanacak olması ile ilgiliyken, Huxley ise kimsenin kitap okumakla ilgilenmeyeceğinden dolayı buna gerek olmayacağından bahsediyordu. Orwell gerçeklerin toplumlardan titizlikle gizleneceğinden bahsederken. Huxley, bilginin devasa bir anlamsızlıklar denizi içerisinde kaybolacağını anlatıyordu. 1984’te, insanlar acıdan ve cezadan kaçınma; Cesur Yeni Dünya’da ise keyfe ve hazza yönelme dürtüleri sayesinde kontrol ediliyorlardı". [ix]

Huxley, sevdiğimiz şeylerin bizi yıkıma götüreceğinden korkuyordu. Gerçekten de sevdiğimiz şeyler günümüzdeki ideolojik aygıtların en güçlülerindendir. Hele ki şu an içinde yaşadığımız toplumda hayatımız görsel medya unsurları ile bu denli çevriliyken bunların önemini küçümsemek komik olacaktır.

Görsel medya unsurlarından sinema ve filmler psikolojik ve disipliner olarak etkili olmasının yanında en eğlenceli olanlarındandır. İnsanlar gönüllü olarak sinemaya gider, filmler izler.

3. Bölüm

Filmler nelere kadir?

Başta da söylediğimiz gibi filmler sadece gerçeğin bir temsili değildir. Onun aynı zamanda provasıdır. Yaşadığımız toplumsal gerçekliğin olasılıklarını, potansiyellerini yaşatır. Basit bir örnek olarak yüz nakli, tabletler, Skype, Siri, hareket sensörleri, Oculus Rift vs. yıllar öncesinden bilim kurgu filmlerinde kendilerine yer bulmuş ve dolayısıyla bu filmler, onların gerçekleştirilmesine ilham olmuşlardır.[x]

Filmler toplumsal bir illüzyon yaratır. Filmler ile toplumları harekete geçirebilir ya da tam tersine uyuşturabilirsiniz. Filmler ile toplumlara korku aşılayabilirsiniz: Bu uzaylı korkusu olabilir, zombi korkusu olabilir, dolayısıyla da yabancı korkusu olabilir, mülteci korkusu olabilir. 
İzleyici filmi izlediği sırada kendi gerçekliğini unutsa da zihin dünyasın kontrol eden onlarca duygu yaşar. Fiziksel olarak izleyicinin vücudu izlediği film karşısında bir sürü hormon salgılar. Yani filmler izleyicinin bedenini bile değiştirir.

Filmler ile insanlardaki duyguları, düşünceleri belli kavramlarla eşleştirebilirsiniz. Savaşı katliamlarla özdeşleştirebileceğiniz gibi kahramanlıklarla da özleşleştirebilirsiniz. Bir oyuncudan savaş kahramanı, devlet kurtarıcısı, halktan biri yaratabilirsiniz. Burada yerelden de bol örnekler verilebilir. Son yirmi yılda Polat Alemdar, Recep İvedik gibi kahramanlar yaratan bir ülkenin sineması tabii ki de o ülkenin toplumsal gerçeklerinden beslendiği kadar, o toplumsal gerçeklerin yaratılabilmesine de yardım etmişlerdir. Ayrıca filmler ile toplumsal hafıza kaybına sebep olup, yeni bir tarih inşa edebilirsiniz. Bu konularla ilgili daha ayrıntılı bir inceleme için daha önce yazdığım “Yeni Türkiye Ne İzliyor? Filmleri, Dizileri ve Kahramanlarıyla Türkiye’nin Son 15 Yılının Kısa Bir Panoraması” [xi]  ve “Devletin Aklı ile Hatırlamak” yazılarımı inceleyebilirsiniz.[xii]

Sinema kitleleri disipline eder. Sinema seyircisi edebiyat okuyucusuna, tiyatro izleyicisine göre pasiftir. İzlediğiniz filme gülebilirsiniz, yuhalayabilirsiniz, tepki koyup filmden çıkabilirsiniz de ama film hem o sırada hem de ondan günlerce sonra aynı şekilde onlarca salonda, ardından insanların evinde her seferinde aynı şekilde oynamaya devam eder. Sinema seyircisini gözümüzün önüne getirelim. İzleyiciler daracık koltuklarında fazla hareket edemez, yanındaki ile rahatça konuşamaz. Herkes aynı anda aynı ışık kaynağına, aynı gösterilene bakar, kendine söyleneni dinler, gösterileni izler. Üstelik baş döndürücü bir hızda...

Sinema seyircisi zahmet edip evlerinden çıkarak bir sinemaya gidiyor olabilir. Fakat günümüze yaklaştıkça önce televizyon sonra da bilgisayar ekranlarıyla beraber artık hareketli görüntü ve görsel medya unsurları evlerimizin içine kadar girmiş durumdadır. Akıllı telefonları ile ise her şey cebimizin içindedir. Bundan birkaç yıl içerisinde ise sanal gerçeklik cihazlarıyla beraber tüm bu gösterinin gözlerimizin iki santim önünde olması, onlardan başka hiçbir şey göremiyor olduğumuz bir gerçekliğe uyanmamız an meselesidir.

Propaganda derken

Fakat şunu hatırlatmakta fayda var: Filmlerle propaganda sadece “Nazilerin yaptığı gibi” devlet eliyle, iktidar ve silahlı güçlerinin maddi desteği ile liderlerin bizzat yapımcısı olduğu filmlerle yapılmaz[xiii].  Örneğin ülkemizde de yapıldığı gibi, savaş propagandası adına devlet eliyle, örtülü ödeneklerden bütçeleri karşılanan, hatta savaşlar daha başlamadan önce hazırlıklarına başlanan filmlerin ne olduklarını görmek zaten kolay[xiv].

İdeolojik olan her zaman bu kadar kör göze parmak değildir. Savaştan, politikadan uzak(!) bir örnek verelim. Örneğin romantik komedileri ele alalım. Büyük çoğunluğunda yer alan bir evlilik sahnesi seçelim. Hatta bir filmden bile olmasın seçtiğimiz görüntü. Youtube’a girip, düğün videoları yazıp, bir kaç tanesini izleyelim.  Bu görüntüler bize ne anlatır?

Mutluluk, arkadaşlık, aşk, heyecan, neşe... Hepsinin merkezinde ne var: evlilik. Evlenen çift kim: yüzde doksan dokuz bir kadın ve bir erkek. İmge, açık ve ortadadır: Bir erkeksen bir kadın, bir kadınsan bir erkek bul, evlen; arkadaşların ve tüm çevreniz sizin için mutlu olsun, siz mutlu olun; çünkü evlenmek güzeldir.

Bu filmleri ya da düğün görüntülerini çekenlerin amacı bu muydu peki? Sadece insanları eğlendirecek bir film çekebilmek, sadece düğünlerinden güzel bir anı yaratmak için çektiler o görüntüleri. Fakat her hareketli görüntü kendi içerdiği imgeye hizmet eder. O imgeyi taşır. İmge ideolojiyi, fikri görünür kılar.

Görünür kılınan ve defalarca tekrarlanan her imge, her anlatı kitleler için normalleşir. Ne kadar çok görürsen o kadar çok inanırsın. Bizler gördüğümüze inanırız değil mi?

Filmler işte bu yüzden sadece film değillerdir. Y kuşağı ve özellikle de Z kuşağı içerisinde doğan bir çocuk ölene kadar hemen hemen her kavramı her duyguyu her düşünceyi sinema ve tüm diğer hareketli görüntüler içerisinde tanımakta ve öğrenmektedir.  Çevremizi saran temsiller bizler için artık sadece temsil de değil, aynı zamanda gerçekliğin de ta kendisi olmuştur. Guy Debord’un da dediği gibi[xv]: “Doğrudan yaşanmış olan her şey, gerileyerek bir temsile dönüşmüş durumdadır. Yaşamın her açısından ayrılan görüntüler, yaşamın bütünlüğünün artık geri getirilemediği ortak bir akımın içinde kaybolup gider. Gerçeğin parçalanmış görünümleri, kendilerini sadece izlenebilecek müstakil, bir sahte dünya olarak yeni bir bütünlük içinde yeniden gruplar.”

İdeolojik olanı, egemen olanı görünür ve gerçek kılan şeydir filmler. Gerçek olduğunu zannettiğimiz çoğu şeyin aslında filmler olduğu gerçeği gibi…[xvi]



[i] Videoyu izlemek için: https://www.youtube.com/watch?v=JUAv1jaocN8
[ii] Scorsese’nin Hugo filminden örnek bir sahne: https://www.youtube.com/watch?v=FL_RR1iDA2k
[iv] Bülent Diken & Carsten Bagge Laustsen, Sociology through the Projector, 2007
[v] Yazınının çerçevesini oluştururken sıklıkla Ebru Çiğdem Thwaıtes Diken tarafından İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde verilen Film and Society dersindeki kaynaklardan ve okumalardan yararlandım. Dersteki tartışmalar bu yazının yazılmasına ilham oldu.
[vi] Thomas Hobbes, Leviathan, 1651
[vii] Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, 1983
[viii] Televizyon: Öldüren Eğlence, Neil Postman, 1985
[ix] Kaynak: http://www.bilimkurgukulubu.com/edebiyat/1984-ile-cesur-yeni-dunyanin-bir-karsilastirmasi/
[x] Örnek bir liste: https://frpnet.net/makaleler/gelecegi-ongoren-bilimkurgu-filmleri
[xi] Yeni Türkiye Ne İzliyor: http://barantekay.blogspot.com.tr/2017/04/turkiye-ne-izliyor-sinematik-uretimler.html
[xii] Devletin Aklı ile Hatırlamak: http://barantekay.blogspot.com.tr/2016/04/devletin-akl-ile-hatrlamak_8.html
[xiii] Triumph des Willens, Leni Riefenstahl, 1935: https://www.youtube.com/watch?v=HVCUsKkXq3Y
[xv] Guy Debord, Gösteri Toplumu, 1967
[xvi] Bu konu ile ilgili daha ayrıntılı bir okuma için yakın bir zamanda yazdığım “Koyunlar, İnekler, Çiftlikler ve Savaşlar” isimli yazım da okunabilir: http://barantekay.blogspot.com.tr/2018/03/koyunlar-inekler-ciftlikler-ve-savaslar.html

20 Mart 2018 Salı

Koyunlar, İnekler, Çiftlikler ve Savaşlar

https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2018/03/21/koyunlar-inekler-ciftlikler-ve-savaslar/

1. BÖLÜM

Çiftlik Bank Fenomeni

Yaklaşık bir haftadır bütün Türkiye’nin gündeminde, Çiftlik Bank isimli şirketin etrafında dönen dolandırıcılık hikâyesi var.  Mehmet Aydın ve (muhtemelen her şeyi tek başına planlamayacağı için) beraber çalıştığı bir ekip kurdukları sistemle yaklaşık 500.000 insandan para topluyor ve geçtiğimiz günlerde bu toplanan paraları (500 milyon dolar olduğu iddia ediliyor) alarak ülkeyi terk ediyor[i].

Çiftlik Bank’ın sistemi Türkiye’nin aslında çok da yabancı olmadığı bir sistem. Türkiye’de yüzbinlerce kişi yıllardır defalarca kez Titan[ii] ve benzeri saadet zinciri sistemlerine inanıyor ve dolandırılıyor. Her dolandırma haberlere konu oluyor ve bütün Türkiye bunu konuşuyor. Fakat aradan bir kaç yıl geçtikten sonra bir diğer dolandırıcılık hikâyesi daha kopuyor.

Mehmet Aydın’ın bu işi bir adım daha ileri götürebilmesinin sebepleri var. Yazının başında şirketin kullandığı sanallaştırma, temsilleştirme, sürüleştirme, duruma uygunluk yaratma gibi en temel taktiklerden bahsetmek istiyorum.  Türkiye şu an nasıl olur da yüz binlerce insanın böyle bir sisteme inanabildiklerine hayret ediyor.

Benim bu yazının ileri aşamalarında dikkat çekmek isteyeceğim şey, eğer yüzbinlerce insanı değil de milyonlarca insanı inandırabileceğiniz bir gücünüz varsa, benzer bir sistemi kullanarak neler yapabileceğinizi gösterebilmek. Şimdilik Çiftlik Bank’tan ilerleyelim:

Çiftlik Bank’ın görünür yüzü sanal bir oyun. Bu sanal oyunda inek, keçi, arı, tavuk gibi hayvanları satın alıyorsunuz ve değerlendiriyorsunuz. İşin içinde para olmasa yaratılan oyunu Farmville’den ayırabilmek pek mümkün değil. Sisteme yatırım yapan birçok insan da çevrelerindeki insanlara bunu sık sık öneriyor. “Sadece oyun oynayarak para kazanıyorsun” deniyor. Bu para kazanma sistemi her şeyden önce eğlenceli. Çünkü işin içinde ciddi bir emek harcaman gerekmiyor, adı üstünde oturduğun yerden para kazanıyorsun.

Peki, nasıl oluyor da insanlar hiçbir emek harcamadan hiçbir iş yapmadan para kazanabileceklerini zannediyorlar, bu sistemde herkes kazanıyorsa kaybeden kim? İşte burada görsel bir şov başlıyor. Çiftlik Bank Türkiye’nin bazı şehirlerinde çiftlik açılışları yapıyor. Bu açılışlara yüzlerce insan katılıyor. Bu insanların gözünün önünde henüz tamamlanmamış çiftliklerin açılışı yapılıyor. Açılış sırasında bir kaç inek, tavuk, arı, sucuk da mekana yerleştirilmiş olabiliyor. Ama her şeyin ötesinde bunun bir temel atma töreni olduğunu oradaki herkes biliyor. Fakat bu açılışlardan görüntüler de kullanarak yapılan tanıtım videoları açılışlardan çok daha dikkat çekici.[iii] Piyasada yapılan birçok reklam işinden geri kalmayacak bir reklam uygulaması var şirketin.  Reklamları izlediğinizde fiziksel olarak inşası bitmiş çiftlikleri görüyorsunuz, içerisinde hızlı bir şekilde çalışan işçileri, inekleri, en iyi ürünleri yaratmak için kafa patlatan bilim insanlarını, her şeyi görüyorsunuz. Fakat gelgegelim gerçekte ciddi bir şekilde çalışan bir çiftlik yok. Çiftliklerin çoğunun temel atma törenlerinden sonra terkedildiği söyleniyor. Fakat şirketin reklamları muhteşem bir temsil yaratıyor. Sistemin üyeleri diğer insanlara bu profesyonel reklamları izletiyor ve bu temsiller üzerinden insanları ikna ediyorlar. Tabii aynı şekilde kendileri de bu reklamları izleyerek ikna oluyorlar. Herkesin hem kendisini hem de çevresindekileri kandırdığı bir sistem var. İnsanlar gidip çiftlikleri görme gereği duymuyor, çünkü gözlerinin önünde oldukça gerçekçi görüntüler zaten var.

Anlaşıldığı üzere şirketin para kazanma sistemine dair bir iddiası da var. Sizin oyunda para yatırdığınız sanal hayvanların “gerçeklerini” biz “gerçekten” bu “gerçek” olan çiftliklerde değerlendiriyoruz ve onlardan kazandığımızı sizinle paylaşıyoruz. Gerçekten de bazı bayiiler açılıyor, televizyonlarda bu hayvanlardan elde edilen sütlerin, sucukların, yumurtaların reklamı yapılıyor. Yani somut bir iş yapıldığı ve bilindik, güvenilir bir işten para kazanıldığı görüntüsü çiziliyor. Bu sefer de insanların kafasında ister istemez nasıl olur da bu kadar yüksek bir kar (nerdeyse yüzde yüzlere varan)  elde edilebildiği sorusu geliyor.

Bu sefer de dolandırıcılıktaki diğer aşama karşımıza çıkıyor: duruma uygunluk. 15 Temmuz’dan veya yoğun terör saldırılarından sonra sık sık haberlerde telefon dolandırıcılarını gördük. İnsanlar “hakkınızda ihbar var, teröristler sizin telefonunuzu veya banka hesabınızı kullanıyor, bize şifrenizi verin, sizi kurtaralım” diyerek kandırılıyordu. Çiftlik Bank’ın videoları izlenince görülecektir ki onlar da bu kadar yüksek getirinin nasıl olabileceğini anlatırken hep bitcoin örneğini veriyor. Yaklaşık bir senedir herkes nasıl oluyor da sanal bir para bu kadar fazla değer kazanabiliyor diye konuşuluyordu. Mehmet Aydın konuşmalarında sık sık “bir sanal para bu kadar değer kazanabiliyorsa, bizim sistemimizde de paranızın değerlenmesi gayet anlaşılabilir.” diyor. İki durumun birbiriyle ne kadar alakası var düşünülmüyor, önemli olan popüler bir gündem üzerinden duruma uygunluk yaratmak.

Bir diğer konu, sürü psikolojisini tetikleyecek mekanizmaları harekete geçirmek. Açılışlar özellikle kalabalık gruplarla, tekbirlerle, sloganlarla yapılıyor. Miting konuşmaları gibi konuşmalar yapılıyor. İnsanlar “Bu kadar çok insan bu işin içine girmişse hepsi aptal olamaz” diye düşünerek üye olmaya başlıyorlar. Bunla da bitmiyor, şirket tanıtım videolarında toplumsal duygulara parmak basıyor. Atatürk’ün konuşmaları kullanılıyor, sık sık “Bu yatırım Türkiye için, Türkiye’de hayvancılık gelişsin diye Çiftlik Bank var” deniyor. “Ülkemize oyunlar oynanıyor”, “Avrupa’nın en büyük çiftliğini kurmak istiyoruz”, “Londra’dan tehdit alıyoruz“ gibi söylemler sık sık dile getiriliyor. Üyelere “Birlik olalım, birbirimize inanalım, bizi dışarıdan bölmek isteyenlere inat dik duralım, üzerimizde oynanan oyunlara kulaklarımızı kapatalım” deniyor. Bu cümlelerin hepsi birebir Çiftlik Bank videolarından izlenebilir.

Nitekim bir sahne kurulmuş ve yüzbinlerce insan bu gösteriye inanmış. Nasıl olur da bir sürü insan bu çocuğa güvendi ve bu kadar para yatırdı diye soranlar var. Benzer bir hikâye Titan saadet zinciri zamanında da yaşanmıştı. Üstelik bu sefer oldukça ünlü isimlerin de işin içinde olduğu bir kitlesi vardı şirketin. Şirket adını da Kenan Şeranoğlu’nun doğum gününde düzenlediği muhteşem gösteri ile duyurmuştu. O zaman da herkes bu dolandırıcılık hikâyesine şaşırmıştı.

Ben de şunu sormak isterim. Mesela bir ülke hayal edin, adı Çiftlikköy[iv] olsun. Çiftlikköy’ün milyonlarca vatandaşı olsun. Sizce bu ülke milyonlarca insanı evlerinin önünde yaşanmayan, sadece televizyonda izledikleri, gazetede okudukları, resimlerini gördükleri bir savaşa inandırabilir mi?

Bir saniye! Çiftliklerden, ineklerden, tavuklardan bahsediyorduk. Savaş nerden çıktı? Anlatalım.

2. BÖLÜM

Gelmiş Geçmiş En İyi Savaş Sahneleri (?)

En iyi savaş sahneleri deyince aklınızda hangi filmler canlanıyor?

Çeşitli websitelerinin listelerine göz attığımda karşıma Er Ryan’ı Kurtarmak’tan Normandiya Çıkarması, Cesur Yürek’ten Stirling Savaşı, Kapıdaki Düşman’dan Stalingrad Savaşı, Kıyamet’ten Helikopter Saldırısı çıktı.

Fakat listelerde sadece yukarıdakiler gibi tarihsel dramlar yoktu. Listelerin birçoğunda Taht Oyunları’ndan Piçlerin Savaşı, Yüzüklerin Efendisi’nden Miğfer Dibi Savaşı, 300 Spartalı’dan Termopylae Muharebesi, Yıldız Savaşları’ndan Hoth Savaşı gibi fantezi, bilim kurgu filmlerinden sahneler de bu listelerin başını zorluyordu.

Bu yazıyı okurken sizin aklınıza da oldukça başarılı başka savaş sahneleri gelmiştir. Peki, bu listeleri hazırlayanlar ve bizler bir savaş sahnesini neye göre başarılı buluruz?

Muhtemelen bir savaş sahnesini, bu sahnelerin kurduğu gerçekliğin ikna ediciliği, atmosferin güçlülüğü, etkileyiciliği ile değerlendiririz. Yani gerçekçiliği bizim için önemli bir kıstastır.

Bu filmlerin seyirci kitlesinin birçoğunun çatışma veya savaşta bulunmamış, sıradan şehirli rutinlerine sahip insanlardan oluştuğunu bilerek ilerleyelim.

Peki, bu gerçeklik algısını oluşturan nedir? Yani bir savaş sahnesinin gerçekçi olduğunu bize hissettirecek o referans nedir? Gerçekten bir savaş yaşamadıysak nereden biliyoruz da savaşı gerçekçi bulabiliyoruz?

Savaş denince kafamızda canlanan bir görüntü mutlaka vardır. Evet, onu görüyoruz. Görüyoruz derken televizyon ekranlarından görüyoruz. Baktığımız fotoğraflarda görüyoruz. Belgesellerde, gazetelerde görüyoruz. Hatta pek farkında değiliz ama zaten daha önce izlediğimiz kurgusal dahil her türlü görüntüden, kafamıza kazınan imgelerden referansla değerlendirme yapıyoruz.

Mesela az önce bahsettiğimiz hayali Çiftlikköy’den bir vatandaşı ele alalım. Evden çıkmadan önce telefonunda haber sitelerinde bir savaş görüyor. Çiftlikköy, Ötekiköy’e gidip kendi köy sınırlarını koruyabilmek savaşa girmiş. Aynı vatandaş Instagram’da, Facebook’ta, Twitter’da da o savaşı görüyor; dışarı çıkıp billboardlarda, otobüslerde, metrolarda görüyor; televizyonda görüyor; isterse konu ile ilgili Youtube’dan veya Liveleak’ten videolar izleyerek görebiliyor. O vatandaş bu savaşı izlerken bir yandan savaşla alakalı diziler çekiliyor, savaş daha bitmeden bazı filmlerin hazırlıklarına başlanıyor.

Bu gerçekten varlıklarını bildiğimizi düşündüğümüz ama aslında temsillerini biliyor olduğumuz şeyler üzerine neler tartışılmış biraz bakalım.

3. BÖLÜM

Platon’un Mağara Alegorisi

Platon’un Devlet’te bahsettiği meşhur mağara alegorisine bakalım.[v]. Bir mağarada bir grup insan, sadece karşılarındaki duvarı görebilecekleri şekilde zincirlenmişlerdir. Bu insanların arkalarında göremedikleri ve varlığından haberdar olmadıkları bir ışık kaynağı var. Sadece, ışık kaynağının önüne konuların nesnelerin duvarda yansıttığı gölgeleri görebiliyor ve bu nesnelerin seslerinin mağaradaki yankılarını duyuyorlar, dış dünya hakkında herhangi bir şey bilmiyorlar. Dünyayı sadece bu gölgeler ve yankılara göre algılıyor ve adlandırabiliyor. Onlar için gerçek gördükleri ve duydukları. İçlerinden birisi zincirlerinden kurtulup mağaradan çıktıktan sonra ise güneşi ve “gerçeği” görüyor. Geri dönüp arkadaşlarına bunu anlattığında ise diğerleri ona inanmıyor. Onlar için gerçek halen önlerinde duran gölgeler. Çünkü sadece onu duyuyor ve görüyorlar.

Alegori üzerine düşündüğümüzde mağaranın toplumu, zincirlerin toplumsal kuralları, gölgelerin toplumsal doğruları, dışarıdaki ışığın da hakikati temsil ettiğini düşünebilirsiniz.

Platon’un alegorisini günümüzü ve de yazının konusunu açıklamak için kullanacak olursak, televizyonda veya sinemada gördüğümüz, gerçek olduğu iddia edilsin veya edilmesin gölgeleri/temsilleri/imgeleri gerçek zannediyor olduğumuzu söyleyebiliriz. Veya en azından “kurgu” olup olmadıklarını sorgulama ihtiyacımızı hissetmediğimizi. Gördüğü gerçeği paylaşmak, sorgulamayı denemek isteyen kişileri şeytanlaştırmak hayatımızın merkezinde.

Çiftlik Bank’ta da çiftliklerin videoları vardı. Gerçeğini görmeye gerek yoktu. “Olur mu öyle şey?” diyenler düşmanlaştırılmıştı bile. Onlar dış güçtü, Londra’ydı, İsrail’di. Bu ülkenin, bu ülkenin insanlarının para kazanmasını istemeyen, ajanlardı, dış mihraklardı. “İnanılmayacak ne var? Görmüyor musun, işte al sana sucuk, yumurta, süt!”

Benzer şekilde Çiftlikköy’de kendi ülkesinin içinde olduğu savaşı eleştirenler olabilir. Tarihte her dış müdahalenin, savaşın nasıl sonuçlandığını, yıllar sonra nelerin gün yüzüne çıktığını gösterip “yapmayın!” diyenler olabilir. Ama bunu diyenlerin bir anda vatan haini, terörist veya ajan olması da gayet mümkün. “Şehitler var. Görmüyor musun ne kadar önemli bir mücadele veriliyor?“ denebilir.

Devam edelim. Peki, temsiller üzerine günümüze daha yakın kişiler ne diyor bakalım.

Simulakrum

Felsefede Simulakrum kavramı,  Jean Baudrillard’ın görüşüne göre orijinalinin temsili, onun taklidiymiş gibi yapan, ama aslında onun yerine geçen şeydir. [vi] Baudrillard'a göre günümüzde kavramların içleri boşaltılmaktadır. İnsanlar teknolojinin yarattığı rahatlık içerisinde hiçbir şeyi derinlemesine düşünmemektedir. Böyle bir atmosferde iletişim aracı olarak üretilen şeyler aracı olmaktan çıkarak bağımsız bir kendi olmaya başlamışlardır. Modern birey her şeyin farkında olmakla beraber rahatından vazgeçmek de istemez.  Baudrillard’a göre bir seyirci televizyondaki savaş görüntülerinden sonra gelen peçete reklamını aynı atmosferinde aynı duyarsızlıkta izler. İzlediği savaş izlediği görüntüdeki süre ve kendisine gösterilen imgeler kadarıyla vardır.

Tekrar edelim, Çiftlik Bank’ın üyeleri için de benzer bir durum söz konusu oldu. Onlar için, ineğin video görüntüsü, hatta video oyunundaki iki ya da üç boyutlu modelleri onlar için yeterince gerçekti. Zahmet edip çiftlikte satın aldığın inekleri görmelerine gerek yoktu. Her şey oldukça rahattı, oturdukları yerden oyun oynayarak para kazanabiliyorlardı.

Ya da Çiftlikköy’de insanların evinin önünde bir savaş olmamaktadır. Savaş önlerindeki ekranların içindedir. Eğer izlediği kanalı değiştirip bir yarışma programı açarsa savaş da sona erer. Sonra tekrar merak edip savaşı açıp, sıkıldıktan sonra gene kapatıp, bir derbi maçını açıp izlemesi de mümkündür.

Etrafımız temsiller yığını ile çevrelenmiş durumda ve aynı zamanda bir gösteri toplumunda yaşıyoruz. Bu gösteri sadece ekranlardan izlediğimiz ve pasif bir şekilde aldığımız bir şey değil. İçinde yaşadığımız gösteri toplumunda sadece izlediklerimiz değil, aynı zamanda bizler de, hayatı yaşayış şekillerimiz de, insan ilişkilerimiz de, nerdeyse her şey bu gösterinin bir parçası olmuş durumda. Bu aşamada gösteri toplumu üzerine konuşalım.

Gösteri Toplumu

Gösteri terimini, Guy Debord’un “La société du spectacle” kitabından hareketle anlatalım. Kitap Türkçeye Gösteri Toplumu olarak çevrildi. Spectacle teriminin Türkçe çevirisi de çoğunlukla gösteri olarak geçiyor.

Guy Debord’un deyişi ile:[vii]

“Modern üretim koşullarının egemen olduğu toplumlarda yaşam, uçsuz bucaksız bir gösteriler yığını olarak sunulur. Doğrudan yaşanmış olan her şey, gerileyerek bir temsile dönüşmüş durumdadır. Yaşamın her açısından ayrılan görüntüler, yaşamın bütünlüğünün artık geri getirilemediği ortak bir akımın içinde kaybolup gider. Gerçeğin parçalanmış görünümleri, kendilerini sadece izlenebilecek müstakil, bir sahte dünya olarak yeni bir bütünlük içinde yeniden gruplar.”

“Gösteri kendini asla sorgulanamayacak olan geniş ve ulaşılamaz bir gerçeklik olarak sunar. Tek mesajı şudur: “Görünen şey iyidir; iyi olan görünür.”

Bu şuna benzemiyor mu: “Gerçek olmasa haberi yapılmazdı.”, “ Al, inanmıyorsan şu fotoğrafa bak, şu videoyu izle.”

Biraz daha ilerleyelim. Genel bir tabirle, modern toplumda “olmak”  “sahip olmak” ile ölçülür. Sahip oldukları kadar var olduğunu hisseder birey. Günümüze kadar geçen süreçte ise sadece sahip olmak değil, sahip olmak gibi görünmek önem kazanmıştır. [viii]

Çiftlikköy’de yaşayan ortalama bir insanın sabahtan akşama kadar yaptıklarını hayal edelim. Sabah kalkar, arabaya veya otobüse biner, işe veya okula gider, önündeki işlerle, anlatılan derslerle uğraşır, öğle yemeğine gider, kafa dağıtıcı aktiviteler yapar, işten çıkar, bir kaç kadeh bir şey içer, eve gider, eşini veya ev arkadaşını selamlar, çocuklar varsa onları öper,  televizyon veya internet karşısında yemek yer; geç olur ve yatağa geçer, sevişir, uyur.

Bir insanın hayatını bu şekilde bölümleyen ve ona nasıl yaşayacağını söyleyen kimdir: Hükümet mi? Okul mu? Patron mu? Gazeteciler mi? Polisler mi? Ünlüler mi?

Bunu o kişi kendisi yapar. Kendi hayatını çok da farkında olmadan belli klişe eylemler biçimine, o pozlara böler. [ix]

O pozların kaynağı nelerdir? Resimler, videolar, reklamlar, filmler, her türlü imajlar... O imajlar gösteri tarafından tekrar ve tekrar üretilir. Üstelik gösteri toplumu sadece bu imajları tek taraflı almaz. Bunu aynı şekilde beraber yaşadıklarına da yansıtır. Karşılıklı ilişkilerini, sosyal hayatınu bu imajlar üzerinden belirler.

Çiftlik Bank da bunu yaptı. Muhteşem bir gösteri yarattı ve insanları buna inandırdı. Bu kurdukları gösteriye inananlar çevrelerindekileri de buna inandırdı. Hep beraber bu gösteriyi alkışladılar. “Bu kadar insan aptal olamaz!”  dediler. Herkes çok akıllıymış gibi yaptı, herkes birbiri için çalışıyormuş gibi yaptı.

Yüzbinlerin yaptığı bu gösterinin bir benzerine de Çiftlikköy’de milyonlar inanıyor, alkışlıyor, destekliyor. Fakat aynı milyonlarca insan dünyadaki en güçlü devlet olan Büyükköy tarafından kendi ülkesine yapılan terör saldırılarını bahane ederek başka bir kıtada insanları katletmesini saçma bulabiliyor.

Çiftlikbank’ın üyelerine de Titan’ı anlatsanız saçma bulacaktır. Ama nasıl ki Çiftlikbank’ın üyeleri Titan ile farkını göremiyorsa, Çiftlikköy’ün vatandaşları da, milyonlarca insanın tarih boyunca defalarca kez denediğini görmesine rağmen, savaşın hiçbir zaman zeytin dalı ile yapılmayacağına, sadece “belli unsurların” “etkisiz hale” getirilemeyeceğine, orduların çocuklara şeker vermek için savaş yapmayacağına, sivillere en ufak bir zarar verilmeyeceğine ve daha birçok şeye de gayet inanabiliyor.

Nasıl inanmasın. Önünde sergilenen gösteriyi izlemesi yeterli. Oturduğu yerden her şey çok rahat tüketilebiliyor, her şeyi anlamlandırabiliyor, gerekçelendirebiliyor. Rahatını bozan bir durum yok. Kendisine gösterilenler bir filmden veya bir video oyunundan sahneler de olabilir. Haberler tank animasyonları eşliğinde verilebilir. Önemli değil.  Birileri destan yazarken izlemek kadar keyiflisi olabilir mi?

4. BÖLÜM (SONUÇ)

Kısaca, Çiftlikköy insanları gibi bizler de gerçekleri bildiğimizi zannediyoruz. Hâlbuki kafamızı biraz kaldırdığımız an gerçek olduğunu zannettiğimiz şeylerin aslında temsillerden ibaret olduğunu anlayabiliriz. Biz, modern insan, temsillere donatılmış bir gösteri toplumunda yaşıyoruz.

Fakat daha da kritiği, gösteri toplumundan ayrı olarak içinde bulunduğumuz, yaşadığımız hayatı belirleyen en temel unsurların varlıkları (örneğin egemenin egemenlik iddiası[x], içinde yaşadığımız ulus[xi]) birer hayalden ibaret. Bu hayallere inanmamız sistematik bir şekilde çalışan ideolojik aygıtlar sayesinde mümkün olabiliyor. Bu ideolojik aygıtların en tehlikelilerinden birkaçı da fotoğraf, sinema, hareketli görüntüler. İzlediğimiz, baktığımız her görsel birer imge yaratır ve imgeler ideolojiktir. Gösterdikleri dışında fark etsek de fark etmesek de farklı tonla şey söyler. (Bu kavram ve tartışmaları daha fazla açmak konudan uzaklaşmamıza sebep olacağı için, şimdilik burada duruyorum.)

Bu yazıyı yazmama sebep olan konuya ve tekrar gelirsek; her gün Çiftlikköy vatandaşlarına, televizyonda, medyada, gazetede, billboardlarda, metroda, metrobüste, dizilerde bir savaştan bahsediliyor. Yakında o savaşın yürütücülerinin finanse ettiği filmleri ve dizileri de izleyecekler. Savaş Çiftlikköy’ün yaşadığı şehirlerde değil. Çiftlikköylüler o savaşları yaşamıyor. Onu izliyor. Her gün her an, bilgisayarda, elindeki telefonda, onu izliyor.

Sorularım şunlar: Çiftlikköy’ün insanlarının izlediği bu savaş gerçek mi, ya da gerçekçi mi? O fantastik Oscar’lı filmlerde izledikleri fantezi ama gene izledikleri bu savaş gerçek mi? Ya da şöyle soralım: Çiftlikköy’ün bu yaşadıkları gerçekçi mi? Veya Çiftlikköy’ün insanları izledikleri savaşa on üzerinden kaç verirdi? Bizler Çiftlikköy’ün hayatını anlatan bir film izlesek acaba on üzerinden kaç verirdik?

Fakat unutmadan bir ek yapmak gerekiyor. Çiftlik Bank’ın üyeleri zannedildiği kadar da saf, naif insanlar değillerdi. Saf oldukları için dolandırılmadılar. Bilakis kolay yoldan para kazanabileceklerini, riske girmediklerini düşündüler.  Dünyada defalarca kez denenmiş bir şeyin peşine takılarak, hiçbir şey yapmadan, para kazanabileceklerini düşündüler, sivri zekalık yapmaya çalıştılar. Çiftlik Bank’ın foyası ortaya çıktıktan sonra da herkes “tombalak” adını verdikleri Mehmet Aydın’a suçu atmaya başladı. Herkesin ağzında tek bir cümle: “Biz de kandırıldık.”

Aynı şekilde Çiftlikköy’de milyonlarca insan da sadece saf oldukları için inanmıyorlar savaşa. Daha önce defalarca kez denenmiş bir savaşı saf oldukları için alkışlamıyorlar. Savaşmanın onlar için ifade ettiklerine ihtiyaçları var. Çiftlikköylüler savaşa, sebeplerine inanmak da istiyorlar. İnandıkları, sevecekleri filmin karşısına oturuyorlar baştan. Politikacıların kurdukları sahneye inanmaya onların da ihtiyacı var. Ayrıca risk yok, rahatları yerinde ve müthiş bir gösteri izleniyor. Kim bu kadar heyecanlı bir filmi yarıda bırakmak ister ki?


[i] Eğlenceli bir video önerisi: https://www.youtube.com/watch?v=QZQ3FOEMwC0

[ii] Eğlenceli bir video önerisi 2: https://www.youtube.com/watch?v=QjBVFxOY9DI

[iii] Yazıda bahsedilen birçok Çiftlik Bank videosuna bu hesaptan ulaşılabilir: https://www.youtube.com/channel/UCBf08JsS8piO5XTPgUQRo5Q/videos

[iv] Bizim yazı boyunca bahsedeceğimiz Çiftlikköy Devleti tamamen hayal ürünü olup, Yalova ilinin ilçesi olan Çiftlikköy ile hiçbir alakası yoktur!

[v] Platon, Devlet. M.Ö 380, Örnek Video: https://www.youtube.com/watch?v=RmBizVdmp68

[vi] Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, 1981

[vii] Guy Debord, Gösteri Toplumu, 1967

[viii] John Harris, Çeviri: Ayşe Boren, Gösteri Toplumu Günümüz Hakkında Ne Diyor?, 2016, http://www.e-skop.com/skopbulten/gosteri-toplumu-gunumuz-hakkinda-ne-diyor/3009

[ix] Raoul Vaneigem’in Gençler için Hayat Bilgisi El Kitabı: Gündelik Hayatta Devrim başlıklı çalışmasından hareketle.

[x] Thomas Hobbes, Leviathan, 1651.

[xi] Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, 1983